Okyanusa Uzanan Boşluk

Aslında onunla tanışmam daha önce bir zamana rastlar. Her şeyin farkında olmama rağmen hiçbir şeyin farkına varmıyormuş gibi yaşıyordum. O gün hangi sinirle çıktıysam evden, merdivende çözülen bağcıklarıma takılıp düşmüş, sonra kimbilir hangi düşüş açısı beni betona ittiyse, dizimde bir çizik belirmişti. Günler ne kadar aksiydi. Önümde buz kesmiş bir soğuk değil, günlerce içimizi mahveden, suratımda kırmızı izler bırakan bir sıcak vardı. Sarıyı sevmediğimi fark etmem, alerjim yüzünden güneşe bakamadığım günlere rastlar.

Uykuya yenik düşmüş vücudumu hareketlendirmek için çantamdaki müzik çaları her zamanki dinlediğim bölüme getirip hızlıca yürümeye başladım köprünün üzerinde. Bu köprü, ister hüzünlü, ister sinirli olayım her zaman komik gelmiştir bana. Üzerinden geçerken tüm sinirim dağılır, yüz kaslarım gerilir, gülmemek için zor tutarım kendimi. Biraz da çocuk kahkahalarıma gelir sanırım nedenleri. O gün yine köprünün kırık taşlarında ilerlerken, her zamanki dinlediğim şarkılardan biri yerine başka bir şarkı duydum kulaklarımda. Zaten ters giden bir günde tekrarlarım bozulunca iyice sinirlerim gerilmişti ki, bir nota tüm dengemi alt üst etti. Olmayan dengem, bir ipte kaybolan cambaz gibi gitti ve geri geldi.


Onunla ilk tanıştığımda üzerine bir şarkı yazmışlardı. Şarkı ağır bir koku gibi üzerimde birikmiş, taşımakta güçlük çektiğim bir basıncın altında büzülmüştüm sanki. Onu ilk tanıdığımda bir notada burkulmuştu resmi. Evet, sesi yoktu, kelimeleri vardı. Biri beni şaşırtmak yahut dengelerimi bozmak için koymuştu o şarkıyı oraya. Önümdeki yer, nerede olduğunu fark edemeyip üzerime çıkmak istiyordu ya da beni alttan alta eziyordu. Köprünün altındaki araçlar gözümün önümde döndükçe bir şeyler duruyordu. Şarkı, sözleriyle susuyordu sanki. Ağır bir sessizlik gibi yayılıyordu kulaklarımda sesi. Ben zamandır geçer günler, böyle duymamıştım içimdekini.

Bir bahar sabahı değildi kuşkusuz, yaza dayanmış bir renk cümbüşüydü o gün. Yetişmek zorunda olduğum yeri unutmuştum, her neresiyse orası artık, zaten zamanı kaybetmiştim. Onu ilk tanıdığımda üzerine bir şarkı yazmışlardı. O uzaktaydı. Kolumdaki çantada sallanan müzik çalardaki notalar o an bilinmez bir ana sürüklüyordu beni. Yer ayaklarımın altında sallanıyordu da, ben durmuştum sadece. O anda ne oldu da bilmiyorum, o şarkı tüm vücudumu sardı. Uzaktan bir esintiyle ağırlaşan, sonra yavaşça notalara bölünen, sonsuzluktan boşluğa uzanan garip bir şarkıydı. Evet, garipti, orada bir yerde zamanı durdurmuştu sanki.

Küçük bir balık olmaya ne zaman karar verdim hatırlamıyorum ancak o anda, onun okyanus kadar uzakta olduğunu düşündüğümü cok iyi hatırlıyorum. O burada değildi, bizim yanımızda, ancak bizden senelerce uzaktaydı. Buradayken bile yoktu aslında. Gerçek adını bile sonradan ögrenecektim zaten. Syd degildi adı, Roger Barrett`ti. Elinde paleti, bizden cok uzaktaki dünyasını çizen, hayallerinde kelime sektiren efsane bir insandı. Efsane sözcüğünü nasıl buldu bu insanoğlu bilinmez, ama Syd sahiden efsane kelimesine yakışacak ender kişilerdendi.

Pink Floyd denilince mazisine az biraz karışmış olan Syd gelirdi insanların aklına. Belki yoktu uzun zamandır, belki bilinmezdi, ancak Pink Floyd'un gerçek rengi oydu. Georgiali Pink Anderson ve Floyd Council'in isimlerini birleştirip grubu kuran da Syd`in kendisiydi. Pink Floyd aslında küçük bestelerde birleşmiş bir Syd`tir. Ancak sonrasında Syd`in biraz uçlarda yaşaması, LSD`ye olan bağımlılığı gibi nedenler gruptan ayrılmasına sebep olur. Syd hiç burada olmamıştır zaten ve bestelerinde kaybolan sözleriyle kendi içine çekilir. Ardından 1970`lerde başladığı solo çalışmalarının devamı gelmez, kurduğu yeni grup Stars'ı da Syd kendisi dağıtır. Anlamsız dünyaya anlam veremeyeceğini düşündüğünden midir nedir kendi içine çekilir, bilmem kaçıncı kez.

Sonrasında Pink Floyd, onu ilk tanıdığım gün, dinlediğim şarkı olan Wish You Were Here`i ve Shine On You Crazy Diamond'u -ki cok sevdiğim diğer bir şarkısıdır Pink Floyd'un- Syd Barrett için besteler. Şimdi uykuda kalmış bir zamana denk gelen günlerimde olsun, uzakta bir trende olsun, denizin kıyısında olsun dinlediğim ender şarkılardandır, wish you were here.



Ne zamandı hatırlamıyorum ama bir gün bir dergide gördüm fotoğrafını, öylece kollarını birleştirmiş duruyordu. Ben durmak ve sessizlik kavramlarını daha çok o fotograftan ögrendiğimi düşünürüm hâlâ. Gözleri yakın bir yere bakıyordu, ama daha çok uzaktaydı. Ulaşılmazdı. Muhtemelen o zamanın modası bir gomleğe sarılmış bedeni, siyah beyaz bir fotoğrafta, okyanusun dibinde boğulmuş değil de kurtulmuş siyah bir balığı andırıyordu. Onu siyah, özgür bir balığa benzettim zaten hep. Saçlarında dağılmış bir zaman, ifadesinde bilinmedik bir hüzün, oldum olası uçlarda yaşayanları sevmeme neden olan rengi... Aslında onun koskoca bir okyanusta küçük bir boşluğu vardı, evet küçük bir boşluk. 7 Temmuz 2006 günü öldüğünde anlamsızca haberleri karıştırıp Pink Floyd'un Shine On You Crazy'in kayıtlarında, Syd'in studyoya gelip grup üyelerini hüzne boğan halini okuyup üzüldüğüm an dün gibi aklımda. Aslında o okyanustaki küçük boşluğunda asılı kalmıştı, elinde boya kalemleri, kafasında hayalleri, sözcükleri... Öldüğünde düşündüğüm; zaten onun uzun zamandır buralarda olmadığıydı. Ölüme yakın gitmek diye adlandırdım gidişini onun. O fotoğraftaki gibi hep uzakta ve buradan değildi o. Garip bir rengi vardi, ucundaydı zamanın. Aynı siyah beyazda kaybolmuş ve aynı şarkıyı söylüyordu sesim, uçtaydı o ve en cok uçları severim ben.

16.09.2007 00:19:46

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not