Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yüksek Lisans Tezine Başlangıç

Resim
Önceki yazımda belirttiğim gibi ben İTÜ'lü olmuştum. İTÜ diğer okullara göre yani en azından Marmara'ya göre daha ağır bir okul. Ödevler ve gerçekten uğraşman gereken, zeka, araştırman gerektiren ödevler... Ben ders alma durumundaki bir yılı daha sonra anlatmayı düşünüyorum. Bu yazım genel bir yazı olacak, ders bir şekilde geçiliyor. Bence en önemlisi neredeyse tek başına kaldığınız tez aşaması. Dersleri verdikten sonra belli bir ortalamayı  (bizde 3.00'dı) geçerseniz tez yazmaya başlayabilirsiniz. İsterseniz teze daha önceden de başlayabilirsiniz. Ama İTÜ'de bunun için pek vakit kalmıyor. Çünkü dersler zaten yeterince ağır. İTÜ'de bizim yüksek lisans sınıfı çok karışık bir grup olduğundan (tekstil mühendisi, matematik öğretmenliği, iktisat, turizm işletmeciliği gibi) bir oryantasyondan geçmiştik. İktisat, matematik gibi dersleri aldığımız bir oryantasyondu. Her hoca orada kendi dersinden de bahsetmişti. Ben Yücel Candemir'in "Ulaştırma Ekonomisi"

Bir Zeynep Vardı.

Ne geldiyse başına içine atmaktan geldi. Oysa herkes gibi bağırabilseydi, derdini anlatabilseydi, olmayan ufak meselelerini dökebilseydi ulu orta, hiç çekinmeden, birisi kırılacak mı diye düşünmeden böyle olmazdı. O yara koskocaman büyümezdi içinde. Kabuk bağlamazdı biri bağırdığında. Sonra kanamazdı biri gittiğinde. Üzülmezdi olanlara. Herkes gibi yaşardı. Herkes nasıl rahat yalan söyleyip geçip gidiyorsa o da öyle yapardı. Basit bir insanın hikayesiydi. Hikaye daha bitmeden daha yeni umutsuzluklar başlardı. Oysa en büyük umutsuzluk insanlardı. Birbirinden nefret edenler, birbirine dayanamayan, sabır eşikleri çok düşük, paylaşmayı sevmeyen insanlar... Aslında o kadar da internet çocuğuyduk. Ve her şeyimizi paylaşmakta, yemeğimizi, gezmemimizi, en sevdiğimiz insanları, en sevdiğimiz ayakkabıyı bir sakınca görmezdik. Biz kendimizi paylaşamazdık ama. Sevdiğimize sevgimizi, bir güzel şarkıyı, yeni öğrendiğimiz herkesin işini kolaylaştıracak o bilgiyi, bir güzel haberi, bir mutluluğu.

Uykulu Notlar

Sizi bilmem ama ben önsözleri okumayı çok severim. Çok sıkıcı bir ders kitabının önsözü bile olabilir hatta. Bilmem neye giriş, yok bilmem kimin çıkardığı kitabın ikinci cildi, tüm önsözleri okurum. Sanki önsözü okurken yazarı tanır gibi olurum, biraz sonra okuyacaklarımın hepsi biraz yalan da olsa o başlangıçta yazılan birkaç söz o denli gerçekçi gelir. Ders kitapları tüm soğukluğuyla aralarda rakamlarla ve çoğumuzun zar zor anlamadığı terimlerle cebelleşirken; önsözdeki bir cümle insanı hiç olmadık bir yere götürebilir, durup dururken güldürebilir. Ne kadar az zamanım olduğu önemli değil bu başlangıçları okumam için. Sınava dört saat kala ve henüz hiç çalışmamışken bile bu önsözü okumadan geçmem ve hatta çoğu zaman okumadığım önsözler kalmıştır diye sevinirim. Benim gibi kaç kişi vardır bilmem ama ben insanların koşarcasına kaçtığı önsözleri okumaya bayılırım. O yüzden bu bloga önsöz yazmak istedim. Önsözleri bu kadar fazla sevdiğimden dolayı herhangi bir şeye başlangıç yaparken h

Mio fratello è figlio unico (Abim Evin Tek Çocuğu)

Resim
Evden uzaklaştığı ilk gün onu geçiren sadece abisiydi. Trenin camına kafasını yaslamış, ilk defa uzağa gitmenin verdiği huzur ve tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Çevresinde olup bitenlerden habersiz bir çocuktu daha. Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti. Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.   Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç

Büyük Dedem...

O gün biliyordum onu son görüşüm olduğunu.   Küçük gözleriyle bana bakmış, napıyorsun Pınar hanım demişti. Dedemin konuşmasını herkes anlamazdı. İyiyim dede, sen nasılsın demiştim, çay içmiş, biraz konuşmuştuk, sonra gitti, bir daha hiç gelmedi.   Bankadaki hesabını benim üstüme aktardığında, bankanın ortasında ağlamıştım çocuk gibi. Bana bir şey olursa deyişinde hem de. Bundan dört yıl geçmişti. Eğer bir şey olursa bana hastane için para yollarsın demişti. Dedem sana bir şey olmaz demiştim. Yanılmışım. Salak Pınar, hep doğru bilecek değildin ya! Telefonum çaldı, okuldaydım, saat üç buçuk, herkes biliyor o saatte derste olduğumu, arayan abim. Pınar dedi, ses yok, sonra Pınar eve gel, dedemlere gel dedi. Telefonu kapattım. Anladım. Bir şey olmuştu. Olan şey her ne ise kötüydü. Arabayı okulda bırakıp koşarak metroya gittim. Dedemlere giderken bütün duaları okudum. Ama bazen o anda okunan dualar kabul olmuyordu. Ya da zaman çoktan geçmişti. Dedemlerde... Herkes, bab

Yalnız koşarsam, yürürüm birazdan.

Bir akşamüstü. Sanırım işim yeni bitmiş, yine Beşiktaş'a tek başına ya da birileriyle inmiştim. O yokuştan, tüm yorgunluğumu alan yokuştan. Avrupa gibi, ama soğuk olmayan kaldırımlar, yollar. Buradan önce kimle, kimlerle indim şu anda umurumda değil. İlk defa değil. Oysa geçmişi sürekli hatırlayan ben değil miyim? Hasta olduğumdan beri geçmişi (yani beni üzen geçmişi) bir anda çıkardım hayatımdan. On yedi sene tırnağını yiyip sonra bırakan "ben" için bu zor olmamalıydı. Kendini üzen geçmişten sıyrılmak. Sevdiklerim var, hâlâ eskisinden daha çok sevdiklerim, Çınarım var, onun vava diyişi var... "Hala" kelimesini söyleyebildiği halde benimle dalga geçmek için bana vava diyen bir yeğenim var. Baş harfi benden farklı olan, ama kanım, biricik canım var. Bütün hayatım tehlike altında iken bile ilk aklıma gelen. Ben ölsem, onu göremem dediğim Çınarım... Sonra... Bir müzik, birbaşka müzik. Teksem şarkı, kalabalıksak birkaç cümle... Yokuşta nefes nefese. Son

Sevgili Ferritin, sana ihtiyacım var.

Resim
Her yazar yaşadıklarını önceden yazar mı? Yoksa yazdıkları elbet bir gün gerçekleşir mi? Hayal kurup, onları yazdıktan sonra, onları yaşayınca şaşırmaz mı? Yönetmenin kendi senaryosunu yazdığı bir filmde oynaması gibi mi yazarların yaşadıkları? Allah'ın falcılara verdiği kahveden geleceği görme yeteneği yazarlarda da kelimeler aracağılıyla mı vardır acaba? Aslında bence falcılar kahveyi bahane ediyorlar, yüzlerine bakıp konuşsalar geleceğini, geçmişini söyleseler zor olur, laf ilerlemez, ama kahve bir araç, sohbet aracı. Falcılar daha çok  geçmişi görürken, geleceği de yazarlar mı görür? Şairler çok eskiden bir söz yazdığında, bir kitap yazdığında o hiç eskimez. Modası geçmez, kıyafet gibi, eşya gibi olmaz.  Ben her yaşadığımı önceden yazmak, daha doğrusu tahmin etmek zorunda mıyım? Evet biliyorum, hiç normal olmadım. Öyle bir şey de istemedim. Yalnız kalmaktan da hiç korkmadım. İstersem kalabalık içinde yalnız kaldım, istersem de yalnızlar içinde kalabalık. Ama bir şey va

Pinhani'le Röportaj

Resim
Ben bir bahar sabahı tanıştım Pinhâni ile. Nasıl tanıştığıma detaylı bakmak pinhaniveben yazımı okuyabilirsiniz. Onları ilk dinlediğimde üniversiteye gidiyordum. Hatta kulüp toplantısında kulüp başkanlarından birinin Pinhâni ile rastlantısal olarak tanışmasını dinlemiş, hayatın tesadüflerle dolu olduğunu bir kez daha görmüştüm. Ben onları desteklemek adına pek yapmadığım bir şeyi yapmış; cd'leri almıştım. Çıkardıkları tüm albümlerin cd'lerini aldım. Pek popüler olmasalar da çok güzel işler yapıyorlar, çok güzel şarkılar yazıp söylüyorlar. Sessizce işlerini iyi yapıyorlar bence. Bu yüzden sessiz, sakin, ayaklarını kumlara uzattığınız, canınız sıkıldığı anda dinlemek için, yalnız kaldığınızda, o birini özlediğinizde ya da güzel bir insanın sevdiğinizin düğününde dinlemeniz için Pinhâni sevgimi sizlerle paylaşıyorum.  Bundan birkaç hafta önce kendilerini bir mail attım; röportaj yapmak için ve kabul ettiler. Aslında muhabir falan değilim, hatta gazetecilikten hiç anlamam. Am

Tez Günlüğü

Yüksek lisans tezini yazarken yazdığım bir günceyi paylaşmak istedim sizinle. Bazı yerler sadece bana özel olduğu için silip yayınladım. 10.04.2011 02:34:05 Bugün karar verdim ki; bu tez eğer benim hayatımı bu kadar etkiliyorsa, onun bir günlüğü olmalı. Kısa kısa notlar almalıyım hakkında. Evet, bugün hâlâ tezimin giriş kısmını mı yazsam, yoksa Yücel hocanın makalesini mi okusam, yöntemdeki taşımacılık yerlerini hizmetlere mi değiştirsem onu düşünüyorum. Sanırım yarından itibaren bir planlama şart! Yoksa 6 Mayısta bu tezi nasıl teslim edeceğim? Yapacağım çok şey olunca hepsi birbirine giriyor. Bu yüzden bugün en azından girişi bitirmeye çalışacağım. Artık bir sürü şeyle uğraşmak yerine tek şeye yoğunlaşıp, onu bitirecek ve üstüne bir çizik atacağım. İnşallah yani. Hayırlısıyla şu tezi bitirirsem daha iyi olacak. Yarın işe gidecek olsam da bu saatte tezle uğraşıyorum. Biraz da tembelliğimden, televizyon falan izleyerek yaptım işlerimi, daha planlı ve programlı olmam şart.

Canım abime

Abim benim en çok sevdiğim insan. Her insan kardeşini, annesinden babasından sonra sever. Ama ben abimi herkesten çok severim. Hep böyle oldu, böyle de olacak. O ben doğduğumda bal gözleriyle vardı, hâlâ var. Ben seviyorum diye gazeteden kağıttan bebek veriyor diye, babamın istemediği gazeteyi almıştı biz çocukken. Babam kızınca sebebini bile söylememişti. Yeleğinin içinde bana boyama kitabı almıştı, taa eski evde, ben çok küçükken. Beni dövdüğünü bir kez bile anneme, babama söylemedim abi. Çünkü sen benim hep en sevdiğimdin. Süper Baba çıkınca beraber flüt çalar, yoğun bakımdayken Fikret, beraber ağlardık. Büyüdün, İkinci Bahar'ın son bölümünde yine salya sümük ağladık. Evet abi, aynen söylediğin gibi bütün sevdiğim şarkıları senin sayende öğrendim, RHCP'yi, Cranberries'i, Cat Stevens'i, Steve Miller'i... GTA'yı, NBA'da basket atmayı, bilgisayarı, bilgisayarda futbol maçı oynamayı, legoyu, sevmeyi, kardeşliği, paylaşmayı, koşmayı, bağırmayı, küsmemeyi... B

Başka bir senaryo-Ankara, Vedat, Ahu ve Çağan

Resim
Ankara'ya gittim. Kahverengi. Tozlu, çöl gibi bir sıcak. Sanırım en son Suriye'de bu hissi yaşamıştım. Garip yakıcı bir sıcak, ama nem yok, terlemiyorsun, ama yanıyorsun. İnsanlar sakin. Koşmuyorlar, telaş yok, en önemlisi trafik yok. Metroda soldan koşan İstanbul insanı, metrobüse tıkışan bir millet, koştur koştur paçaları çamur olmuş ya da ayakkabılar kirlenmiş ve sürekli patlamaya hazır İstanbullular yok. Hangisi daha iyi bilmiyorum. Ankara sakin, biraz memur, biraz yaşlı gibi. İstanbul hareketli, yoğun, heyecanlı ve tertipsiz, düzensiz; ama çok güzel. Ah be Ankara nasıl bir başkentsin ki; denizin bile yok. Öylesine bir başkent. İstanbul varken; bu kadar güzel bir şehir varken senin başkent olman ne komik biliyor musun, ah bir bilsen. Bir bilseniz siz sevgili ukala Ankaralılar, İstanbul'u, hiç şehrinizle övünmezsiniz. Üniversitede bir sürü Ankaralı tanıdım, birisi bile övmedi Ankara'yı. Övseler biliyorlardı alacakları cevabı. Oysa ben Ankara'ya az gitmiştim, ama