Kayıtlar

hep olduğu gibi bir pazardı

Resim
Hep olduğu gibi bir pazardı. Bir bahardı. İnce bir tişörtün üzerine kot ceketimi, kot pantolonumu ve converse’imi (o zaman burnu bile siyah olan bir converse’im vardı ve bu ayakkabıyla kendimi inanılmaz farklı hissediyordum) giymiştim. Gözlüklerim ve unutmadığım güneş kremimle sıradan bir pazardı. Buluşmuştuk Caner’le, üniversitenin biraz aşağısındaki çay bahçesinde. O çay severdi, ben kahve. O günün ikinci çayını, ben hâlâ ilk kahvemi bitirememişken, “Adım Caner” değil dedi. Gerçekten adının Caner olup olmadığıyla hiç ilgili değildim. Denizden gözümü alıp ona baktım. “Adım Birdal” dedi, Bir-dal. Neden insan ismini saklar ki? Belki soyadını, TC’sini saklar da ismini neden saklar? Ve neden herkesten saklar? Diyelim ki sakladı. Neden şimdi söyleme ihtiyacı hisseder ki Önemsemedim. Öncesinde isminin Caner olup olmadığını sorgulamazken şimdi ona şunu sordum: “Ya ismin gerçekten Birdal değilse, yani kandırıyorsan beni?” Kandırıp kandırmaması mı umurumdaydı yoksa şu ana kadar bana yalan söyl

Kendini ararken..

Resim
-Neyin sana iyi geldiğini bilir misin? -Bilemezsin. -Sıcak bir kahve kokusu. -Deniz. -Yakın bir arkadaşın sesi. -Mantı? Affedersin de nereden mantıya geldi ki konu? Belki de hep mantıdaydı. Lisedeydim sanırım, bir gün annemle mantı yapmıştık. Saatlerce süren mantı yapımı sonrası mantıyı kalabalık aileyle de paylaşınca ve yemek için sadece bir tabak kalınca bir daha mantı yapalım demekten vazgeçmiştim. Yemekten vazgeçmedim tabii. Konu nereden mantıya geldi? Şöyle. Konuşurken kimi zaman beni takip edemeyen arkadaşlarım konuları çok değiştirdiğimi söyler. Şimdi ne alaka mantı diyeceksiniz yine. Benim beynimde bana iyi gelenin ne olduğunu düşünen nöronlar tam da liseye gitti o anda ve kendini yer sofrasında mantı yaparken buldu. Tabii ki de mantı yapmak bana iyi gelmemişti. Çünkü uzun süre küçük bir şeye odaklanmaktan rahatsız olurdu gözlerim. Aslında gözlerim bozuk da değildi. Bence her şey tez canlılıktandı. Tezimi bile dört ayda bitirmem, en sevdiğim kitabı uykusuz kalarak okumam, beyni

Değişen ya değişmeye çalışan Pınar

Resim
“Aman aman halim yaman Ama çekemem artık seni Yeter be aman Kendim ettim kendim buldum Burama geldi of yeter be aman” Dörde kadar saydığım bir yazım vardı eskiden. “Art arda dört kere burnunu çekince insanlar nezle olduğuna inanıyorlar.” Diye başlayan. Sanırım hep sayıyorum. Balede balerinleri, sırada önümdeki insanları, gösteride çocukları, kalemlikte kalemleri, günlerim saymayla geçiyor. Sabrımı da saydığım bu günlerde içimden - birmilyondokuzyüzseksenaltıbinüçyüzellidörde- kadar saydım. Ve bir zamanlar Çelik’i tüketen her neyse benim de benzer şekilde sabrımı tüketti. Şimdi tam burada değiştim diyemem. Ama artık bazı şeylerin sonu geldi, beklemelerin, ısrarların, anlamsız vefakarlıkların ve beklentisizliğin. Çok uzak mesafelerden anlayan insanları, sadece bir telefonun arkasında sesindeki huzursuzluğu duyanların yanında, yüzünü görüp de “Nasılsın?” bile demeyenlerle arama uzun bir çizgi çizmek istiyorum. Hatta çiziyorum. Ben değil miydim, Age of Empires’de alanımı korumak için çitle

Şarkı mesafesi

  “Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin.” Nazım Hikmet Ran       Buradan İstanbul kaç şarkı mesafesinde bilmiyorum. Belki elli dört. Yeterince vaktimiz var yıllar sonra yeniden konuşmak için. Yoldayız, yalnızız ve gidilmesi gereken  dörtyüzkırkiki  kilometre yol ve konuşulması gereken geride kalmış on iki yıl var.  Ben başlamayacağım. Benim başlamayacağımı o da biliyor. Bundan on iki yıl önce de çok iyi biliyordu, ders arasında “ Çubuk kraker yer misin?”  diye bir girişle başladığı konuşmayı bugün de o başlatacaktı. Bizim aramızdaki başlangıçlar ve bitişler ona aitti. Oysa ki ben de konuşkan biriydim. Ama onunla fa

Başka bir enlemde

Biliyordum.  Bir gün bu şehirden kilometrelerce uzağa gideceğimi, yine pişman olmaktan korkacağımı, burnumda bir sızıyla telaşını değil denizini, mavisini, havasını her an hatırlayacağımı ve o şarkının her an beynimde çalacağını biliyordum. Burada başka bir meridyende, yemyeşil bir parkta oturmuş içimde susmayan o sarkıyı susturmaya, doğanın sesini duymaya çalışıyorum. Özlemek apansız bir duygu. Öyle markette Türk kahvesi gördüğünde, yan sokağa en sevdiğin arkadaşınla adaş bir Türk taşındığında ya da seni anlayacak, dinleyecek omzun çok uzaklarda olduğunu hatırlayınca bastıran bir sancı özlemek. Geride bıraktığın her şeyi anneni, babanı, kardeşini, dostunu, kitaplarını, Pera'da günbatımını, İTÜ’nün taş zeminindeki adımlarını, baklavayı, Büyikada'da sabaha uyanmayı Çemberlitaş Aksaray arası yürüyen küçük adımları özlemek, hem de gece bile olmadan bir öğlen molasında. Diğer gidenler peki? Onlar da huzurlu sokaklarda, sakin zamanlarda o karmaşayı, hep koşturan İstanbul’u özlüyorla

Beş Derece Sessizlik

Resim
“Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.”   Mevlâna       Üşümeyi hiç sevmem. Beş derece soğukta dışarıda beklemek zorunda olduğum için girmiştim Cağaloğlu yokuşunun hemen aşağısındaki kırtasiyeye. Kapısını açarken buraya en son girdiğim günü hatırladım. Dün gibi. Okuldan kaçmayı alışkanlık haline getirmemiş arkadaşım Mehlika ve ben birini takip ederken gizlenmek için girmiştik buraya. Kimi ve neden takip ettiğimiz gibi sorular bende kalsın. Hem bu hikâyeden epey uzak bir konu, hem de otuz beşine yaklaşmış insanların yirmi yıl (O günden bu yana yirmi yıl geçmiş olması ve bugün bile o anı bu kadar net hatırlamam, şimdiki bunak hafızamı düşününce beni korkutuyor. Neyse ki konumuz bu hiç değil.) önceki saçmalıklarını buraya yazmanın hiç anlamı yok. Önemli bir görüşmem var ve yıllardır hiç geçmeyen tez canlılığımla bir saat önce gelmişim. Her şey değişti yıllarca. Upuzun saçlarımı kısa kestirdim, tırnaklarımı yemeyi bıraktım, gereksiz her nesneyi ve in

Benim İnsanım

  Sarı. Behzatla ilk tanıştığımız gün gibi. Pencereden baktığımda sapsarı dışarısı. Alışmalıyım. Önce düşünmemeliyim. Eskiyi düşündüğünde daha zor oluyor unutmak. Ben unutmaya çalıştıkça önüme fotoğraflar, sesler, kokular, gülümsemeler düşüyor. Ne kadar zamandır eskisi gibi bakmıyor gözlerin Behzat? Uzun zamandır tartışıyoruz, neden iki dakika sonra telefonu açtın, neden gereksiz bir şeyi unuttun veya niye annemi aramadın diye. Birbirimize bağırıyoruz, sonra hep ben ağlıyorum ve sen özür diliyorsun. Hep böyle oldu Behzat. Üniversitede tanıştığımızdan beri. Hep ben ağladım ve sen özür diledin. Ben gittim, sen geldin. Alışamıyorum bu sefer. Altı ay önce. Buzgibibirkışgünü. Ben yine nezle olmuşum, sesim kısık, bir arkadaş yemeği, Behzat’ın işyerinden biri ayrılıyormuş. Herkesi az çok tanıyorum. Altı yıl olmuş evleneli Behzatla. Behzat benim insanım. Biri var yemekte, tanımadığım, tanışıyoruz, ama ismini hatırlamıyorum, hoşlanmadığım bir insanı hatırlamıyor hafızam. Ama o ısrarla adımla se