Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

bir pazar sabahı

Küçük bir tebessüm başlatır her şeyi. Gözlerinin içi gülen biri bir diğerinin de güldürebilir gözlerini. Küçük bir an, hani birden söylediğin sıradan, “bir kahve içelim” demek kadar basit bir söz değiştirir eskiyi. Karşındaki artık hani bir zamanlar herkes gibi gördüğün sabahları merhaba derken yüzüne bile bakmadığın biri değildir artık. Gördüğünde gözlerini kaçırdığın, anlamasın diye telaşla konuştuğun, konuşurken birden garip bir şekilde güldüğün biridir. O biri kimdir ki? Garip bir sancı girer kalbine onu gördüğünde. Sokaktaki herkes ona benzer. Trafikte bekleyen adam, markette şampuan seçen adam hepsi odur. Ama aslında hiçbiri. Beklersin, en zoru beklemek. Gelsin de bir şey söylesin, bitsin bu kalp ağrısı. Konuşursun, konuşturmaya çalışırsın. En güzeli o da seviyor mudur diye hayal kurmaktır aslında. Hayalinde ne olduğunun önemi yok. Yatağa uzanırsın, aslında gördüğün sadece bembeyaz, alçak bir tavan. Ancak gördüğünü uçsuz bucaksız bir gökyüzü sanırsın, onun altında sen ve o, bir

Kırk ikinci basamak

Arkamda duvar. Dünyanın üzerimde döndüğü, zamanın olmadığı bir yer burası. Kaçık bakışlarıyla terk edilenler, terk edenler var sadece. Bazen başımı ellerimin arasına alıp oturuyorum önümdeki koltuğa. Bazen resim yapıyorum, güçsüz çizgilerimle. Beceriksiz olmama gülüyorum sonra. Bahçenin ortasında bir kare var, çimi daha bir koyu sanki oranın, belki orası bir havuz olacaktı, ama sonradan vazgeçilmiş olmalı. Hafızam bu tür havuzların yuvarlak olduğunu hatırlatsa da oranın vazgeçilmiş bir havuz yeri olduğu hakkındaki düşüncem hiç değişmedi. Karenin etrafında dolanır, yavaşça sınır çizgilerine basar ayaklarımı izlerdim saatlerce. O zamanlar ayakkabıdan habersiz olmalıyım. O kare beni bazen içine çeker, ortasında saatlerce oturur, sanki bir şarkı dinliyormuş gibi uzağa bakardım hep. Bazen biri olurdu karşımda. Kendimle konuşmaya o günlerde başlamıştım sanırım. Ağacın altına yastığımı koyup tam da olmayacak bir zamanda uykuya dalardım. Uykumun ortasında bisikletli bir çocuk geçerdi önümden.

Leyla ile Mecnun

Resim
Tezimi yazdığım dönemde bir dizi keşfettim. Leyla ile Mecnun, TRT1'de çarşambaları 22:00 civarında yayımlanıyor. Bayadır dizi bağımlılığı olmayan biri olarak bu dizi çok hoşuma gitti. İzleyen pek yok, aslında sanırım takipçisi var ama, benim tanıdıklarımdan pek yok. O yüzden kendim anlatıp kendim gülüyorum. Absürt bir komedi, inanılmaz güzel esprileri var içinde. Bu haftaki bölümünde konu "klon"la ilgiliydi. Dizideki oyuncular yok şöyle yok böyle falan deyip kendi klonları yaptırıyorları profesöre. Sahi benim de beş klonum olsa. Sırasıyla klonlarım şunları yapsa: Misal biri sabah benim yerime kalksa, işe gitse. Biri tezimi düzeltip enstitüye teslim etse. Bir diğeri birbirinden sinir insanlarla benim yerime konuşsa. Biri istediği kadar yemek yese ve hiç kilo almasa. Biri her gün benim yerime dişlerini fırçalasa. Ben de Büyükada'ya, ya da Ağva'ya ya da ne bileyim bir yerlere gitsem, buradan uzak bir yerlere, ayaklarımı uzatıp güneşin kemiklerimi ısıttı

Hoşça kal.

Herkes yürüyor. Bir şekilde zaman geçiyor. Zamanın şarkısız geçtiği olmuş mu bugüne kadar. Her gün farklı bir şarkı çalıyor içimde. Benim kadar karamsar olmamalıydı bir insan. Sesim titrek, sesim ağlamaklı, gitmek istiyorum diyorum, kalsam ne olur bilmiyorum; gittiğimde ne olduğunu bilmediğim gibi. Hiçbir şey yürümedi. Ben eskisi gibi bir çikolataya sevinemedim, gülemedim gözlerine, sevemedim tekrar seni. Biliyorum tüm suç benim, suç benim kararsızlığım. Oysa ben tüm insanları, hisleri tanıdığımı zannederdim. Öyle değilmiş. Bazen insan orta yoldan da yürüyebilirmiş, ne sağa, sola geçmeden. Kimseyi geçirmeden içinden, geleceğini bilmeden öylece asılı kalabilirmiş. Biliyorum bunlar bize göre değil. Zaman geçmiş, her yer hep seninle dolmuş. Ne bileyim adım atmadığımız yer kalmamış buralarda. Bundan sonra hani birkaç yıl sonra aynı yerlerden geçince ne değişecek? İçimiz mi sızlayacak, ne bileyim o aldığım saati taktığında, zaman duracak mı bu sefer? Ya da tüm aldıklarımız başkalarının k

Karnımdaki Karıncalar

Bir yerde, bir zamanda, belki de bir kokuda kendimi unutmuş olmalıyım. Aynaya bakıyorum bir iki gündür. Yüzümde bir “Amelie” gülümsemesi. Bahar gelmiş, hanımeli kokusu tüm sokağı kaplamış olabilir, hatta en sevdiğim şarkıyı bir anda radyoda duymuş, eski bir arkadaşıma yolda rastlamış olabilirim. Ama bu mutluluk nereden geliyor? Sanki yeni bir ülke buldum, yeni bir icat ya da? Uyumadan önce karnımda mı midemde mi olduğunu anlamadığım bir dalgalanma. Yoksa doktor bir arkadaşa mı danışsam, yeni bir hastalığa mı kapıldım acaba? Sonra uyku, masal gibi rüyalar ardından. Eski karamsar beni hangi sokakta, hangi zamanda bıraktım bilmiyorum. Kendi kendime uyanıyorum. Gök mavi. Hava güzel, bahar gelmiş. Sonra sen. Biraz uzakken hafif, yaklaşınca yoğunlaşan bir koku. Gülüyorum. Sanki midem ağrıyor, oysa daha bir şey yemedim ki. Yoksa midem değil karnım mı? Karnımda karıncalar dans ediyor sanki. Bazen konuşurken kelimelerim anlamsız birer cümleye dönüşüyor. Doğruyu söylemiyorum, söyleyemiyorum.

Sürgü

Yollar karanlık olabilirdi elbet, Sonundaki aydınlığa inat. ve yavaşça yaklaşabilirdi, Bilinmeyene adımlar... Yıllardır unuttuğu bir yeri hatırlayabilir insan. Çocukluğunu karıştırıp korkuyla eskiye sarılabilir birden. Siyah beyaz zeminin ardından dümdüz bir yol gözüküyor adamın önünde. Renkler karıştırıyor, aydınlıkla karanlık arasındaki çizgiyi. Adımlar birer birer kayboluyor arkasında adamın. Yenik düşüyor gözleri tanımadığı bu karanlığa, soldaki aynada beliren suretinden korkuyor, bir anlık göz yanılmasıyla. Nesnelerin sessizliği bozan garip tıkırtıları zaten yavaş olan adımlarını iyice yavaşlatıyor adamın. Ardından vücudu soğuk bir esintiyle diriliyor. Saçları birden çekiliyor sanki, köklerinden. İçeriye girdiğinde ardında bıraktığı dışarıda, eski bir sokak lambası güçsüzce yansıttığı ışığını söndürüveriyor, gecenin ortasında. Nesneler ne kadar da zamansız… Sokak lambasına bakıp rahatlıyor adam. Gece karanlık... Korkunun nasıl başladığıyla ilgili çok şey söylenebilir belki

ARSIZ ZAMAN

I İşten çıktığında çoktan hava kararmıştı. Soğuk, kabanının içinden girip tüm kemiklerini üşütüyordu. Önceden yani lisedeyken falan bu kadar üşümediğini, kar yağarken dışarı gömlekle çıktığını hatırladı. Yaşlanmak diye bir şey gerçekten vardı demek ki. Kışı sevmemek için çok sebep var diye düşündü, yanından geçen araç üzerine çamuru sıçrattığında. Saatine tekrar baktı Işık, oysa daha iki dakika önce bakmıştı; saat altı olmuştu. Bir yere geç kalma telaşıyla kuaföre doğru hızlı adımlarla ilerlemeye çalışıyordu. Önündeki nereye gittiği belli olmayan insan sürüsü olmasa muhtemelen gideceği yere çoktan ulaşmış olurdu. Yolun orAtasında bir anda duran kadına kızmak istedi. Sonra ne kadar da çabuk sinirleniyorum dedi. Hızlı adımları birkaç dakika sonra koşmaya dönüştü. Bir şey unuttuğunu düşünüyordu, ama neydi? Koşmak onu birden rahatlatmıştı, kuaföre yaklaştığını görünce sevindi. İçinde garip bir heyecan vardı, gece olacakları aklında kurup duruyordu. Kuaförden içeri girdiğinde fön maki

Bahar vakti.

Kitabı bitirmeye on sayfa kala çıktım evden. Önceden bir kitabı yarım bırakmanın unutkanlığa neden olduğunu düşünürdüm. Tüm telefon numaralarını aklımda tutmaya çalışırdım; bir gün bunayacağıma inanıyordum çünkü. Gittiğim yere varmama elli dört dakika var, sen de bir saat. Bir saat nasıl geçer ki; bu kış vakti, İstanbul’da trafiğin bir türlü bitmediği bir yolda, yine kalabalık bir otobüste. Hem insanlara, hem de saate bakmadan geçmesi gereken elli iki dakika. Bak gördün mü, hemen de geçiverdi iki dakika. Ama bu geçen dakikalar senin için. Ben şu anda ilk durakta inme ihtimali yüksek olan kişiyi hesaplıyorum. Sezgilerime güvendiğimi ve o kadar sene aldığım olasılık dersinin sadece bu hesaplamaya yaradığını söylemiş miydim? Zamanın geçmesi için ilk yol; müzik dinlemek. Ama şarkının bile bittiği bir nokta var. Kimi zaman tüm yol boyunca kaç tane şarkı dinlediğime bakıyorum; bir türlü sayamadım bunu. Çünkü olasılık hesaplarım her seferinde tuttuğundan hemen önünde beklediğim kişi bir sonra

Kek yaptım!

Resim
Bir kek yaptım ve hayatım değişti demeyeceğim. Zira karakter olarak köklü değişimlere alışkın biri değilim. Saçımı dokuz senedir kestirmediğimi söylersem buna bir açıklama olur sanırım. Lisedeki edebiyat öğretmenimiz dersin birinde on yıl sonra kendinizi nasıl görmek istiyorsunuz diye bir ödev vermiş. Vermiş diyorum çünkü her nedense o gün okula gitmediğim için bu ödevden habersizdim; ta ki sınıfa gelip de çok yüksek sorumluluk duygusuna (!) sahip arkadaşlarımın ödevi bana söylemediğini öğrenene kadar. Bunun konumuzla ne alakası var demeyin. Ben o dönem boyunca bir gün okula gelmemiştim ve o da bu ödeve denk gelmişti. Diğer arkadaşlarım yıllar sonra yazdıklarına baktıklarını söylerken benim böyle bir yazım olmaması çok acıydı. Öğretmenle aramın iyi olmasından sanırım ödev için bir kez daha sorumluluğa tabi olmadığım için böyle bir yazıyı daha sonradan da yazmamıştım. Çünkü zor işti, böyle bir şeyi yazmak ki kendin hakkında yazıyorsun en zoru da bu. Yıllar sonra her şey hakkında kararsı

Pinhâni

Resim
Bahar gelmiş. Baharın geldiğini içimdeki umuttan anlarım. Bahar geldiğinde, pencereden içeri gün sızar, o gün gördüğümü bilirim güneşi, günü. Sokaktaki tüm taşlar yeşil olur sanki. Yeşillik olması şart değil etrafında. Dış kapıyı açtığımda; hemen bir iki adım ötede uyuyakalmış kediye bir günlük olsun kızmam. Bir günlük barışık kalırım şehrin tüm kedileriyle. Sonra aynaya bakıp yavaşça düzeltip saçlarımı gülerek giyinirim, mutlu olduğunda şarkı söyleyerek tıraş olan babalar gibi ben de bir şarkı bulurum kendime. Sesim duvarı geçer, yavaş yavaş çıkarım kapıdan. Baharın ilk gününü yürüyerek kutlarım hep. Kaç aydır ayağımdan çıkarmadığım çizmeleri giyerek çıkarım dışarı. Hem çizmelere de bir veda etmek gerek. Önce yavaş, kulaklıkta duyduğum şarkının melodisine ayak uydurarak, yavaşça yürürüm sokakta. Sonra etrafıma bakar, insanları izlerim; yüzlerinden dertlerini, mutluluklarını okumaya çalışırım. Sonra durur, bir bank ararım oturacak. Çoğu zaman tüm banklar dolmuş olur. O zaman bulut

Mektup

Resim
Sevgili Selim; Bir insanın bir işi yapmaktan mutluluk duyduğunu görmek ne büyük zevk. Ben bunu daha çok küçükken babaannemin gözlerinde gördüm, gelecek misafir için sarma sarıyordu; ama ne zorluğundan, ne de tek başına bu işi yapmasından şikâyet eder hali vardı. O sıralar dokuz-on yaşlarındaydım sanırım – herkese doktor veyahut öğretmen olacağım dediğim zamanlar-. Bu mutluluğu bir de lisedeki edebiyat öğretmenimde gördüm; her dersi bir filmdi sanki kaçırılmaması gereken. Yıllar geçtikçe ‘ben ne olacağım’ sorusu beni daha fazla rahatsız eder hale geldi. Oysa çocukken ne kolaydı doktor olacağım diye cevap vermek. İlkokul yıllarında bir ara öğretmen olmaya karar verdim; illa ki öğrendiklerimi birilerine öğretmem gerekiyordu çünkü. Sonra ne oldu bilmiyorum, ÖSS tercihlerinde bir tane bile öğretmenlik tercihi yapmamamın sebebini hatırlamıyorum. Bir şekilde daha az istediğim bir bölümde okudum. Ama benim için olduğum yeri sevmeye çalışmak zor değildir. Bu yüzden diğer lisans arkadaşlarım