Kayıtlar

Ekim, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sevgili Ferritin, sana ihtiyacım var.

Resim
Her yazar yaşadıklarını önceden yazar mı? Yoksa yazdıkları elbet bir gün gerçekleşir mi? Hayal kurup, onları yazdıktan sonra, onları yaşayınca şaşırmaz mı? Yönetmenin kendi senaryosunu yazdığı bir filmde oynaması gibi mi yazarların yaşadıkları? Allah'ın falcılara verdiği kahveden geleceği görme yeteneği yazarlarda da kelimeler aracağılıyla mı vardır acaba? Aslında bence falcılar kahveyi bahane ediyorlar, yüzlerine bakıp konuşsalar geleceğini, geçmişini söyleseler zor olur, laf ilerlemez, ama kahve bir araç, sohbet aracı. Falcılar daha çok  geçmişi görürken, geleceği de yazarlar mı görür? Şairler çok eskiden bir söz yazdığında, bir kitap yazdığında o hiç eskimez. Modası geçmez, kıyafet gibi, eşya gibi olmaz.  Ben her yaşadığımı önceden yazmak, daha doğrusu tahmin etmek zorunda mıyım? Evet biliyorum, hiç normal olmadım. Öyle bir şey de istemedim. Yalnız kalmaktan da hiç korkmadım. İstersem kalabalık içinde yalnız kaldım, istersem de yalnızlar içinde kalabalık. Ama bir şey va

Pinhani'le Röportaj

Resim
Ben bir bahar sabahı tanıştım Pinhâni ile. Nasıl tanıştığıma detaylı bakmak pinhaniveben yazımı okuyabilirsiniz. Onları ilk dinlediğimde üniversiteye gidiyordum. Hatta kulüp toplantısında kulüp başkanlarından birinin Pinhâni ile rastlantısal olarak tanışmasını dinlemiş, hayatın tesadüflerle dolu olduğunu bir kez daha görmüştüm. Ben onları desteklemek adına pek yapmadığım bir şeyi yapmış; cd'leri almıştım. Çıkardıkları tüm albümlerin cd'lerini aldım. Pek popüler olmasalar da çok güzel işler yapıyorlar, çok güzel şarkılar yazıp söylüyorlar. Sessizce işlerini iyi yapıyorlar bence. Bu yüzden sessiz, sakin, ayaklarını kumlara uzattığınız, canınız sıkıldığı anda dinlemek için, yalnız kaldığınızda, o birini özlediğinizde ya da güzel bir insanın sevdiğinizin düğününde dinlemeniz için Pinhâni sevgimi sizlerle paylaşıyorum.  Bundan birkaç hafta önce kendilerini bir mail attım; röportaj yapmak için ve kabul ettiler. Aslında muhabir falan değilim, hatta gazetecilikten hiç anlamam. Am

Tez Günlüğü

Yüksek lisans tezini yazarken yazdığım bir günceyi paylaşmak istedim sizinle. Bazı yerler sadece bana özel olduğu için silip yayınladım. 10.04.2011 02:34:05 Bugün karar verdim ki; bu tez eğer benim hayatımı bu kadar etkiliyorsa, onun bir günlüğü olmalı. Kısa kısa notlar almalıyım hakkında. Evet, bugün hâlâ tezimin giriş kısmını mı yazsam, yoksa Yücel hocanın makalesini mi okusam, yöntemdeki taşımacılık yerlerini hizmetlere mi değiştirsem onu düşünüyorum. Sanırım yarından itibaren bir planlama şart! Yoksa 6 Mayısta bu tezi nasıl teslim edeceğim? Yapacağım çok şey olunca hepsi birbirine giriyor. Bu yüzden bugün en azından girişi bitirmeye çalışacağım. Artık bir sürü şeyle uğraşmak yerine tek şeye yoğunlaşıp, onu bitirecek ve üstüne bir çizik atacağım. İnşallah yani. Hayırlısıyla şu tezi bitirirsem daha iyi olacak. Yarın işe gidecek olsam da bu saatte tezle uğraşıyorum. Biraz da tembelliğimden, televizyon falan izleyerek yaptım işlerimi, daha planlı ve programlı olmam şart.

Canım abime

Abim benim en çok sevdiğim insan. Her insan kardeşini, annesinden babasından sonra sever. Ama ben abimi herkesten çok severim. Hep böyle oldu, böyle de olacak. O ben doğduğumda bal gözleriyle vardı, hâlâ var. Ben seviyorum diye gazeteden kağıttan bebek veriyor diye, babamın istemediği gazeteyi almıştı biz çocukken. Babam kızınca sebebini bile söylememişti. Yeleğinin içinde bana boyama kitabı almıştı, taa eski evde, ben çok küçükken. Beni dövdüğünü bir kez bile anneme, babama söylemedim abi. Çünkü sen benim hep en sevdiğimdin. Süper Baba çıkınca beraber flüt çalar, yoğun bakımdayken Fikret, beraber ağlardık. Büyüdün, İkinci Bahar'ın son bölümünde yine salya sümük ağladık. Evet abi, aynen söylediğin gibi bütün sevdiğim şarkıları senin sayende öğrendim, RHCP'yi, Cranberries'i, Cat Stevens'i, Steve Miller'i... GTA'yı, NBA'da basket atmayı, bilgisayarı, bilgisayarda futbol maçı oynamayı, legoyu, sevmeyi, kardeşliği, paylaşmayı, koşmayı, bağırmayı, küsmemeyi... B

Başka bir senaryo-Ankara, Vedat, Ahu ve Çağan

Resim
Ankara'ya gittim. Kahverengi. Tozlu, çöl gibi bir sıcak. Sanırım en son Suriye'de bu hissi yaşamıştım. Garip yakıcı bir sıcak, ama nem yok, terlemiyorsun, ama yanıyorsun. İnsanlar sakin. Koşmuyorlar, telaş yok, en önemlisi trafik yok. Metroda soldan koşan İstanbul insanı, metrobüse tıkışan bir millet, koştur koştur paçaları çamur olmuş ya da ayakkabılar kirlenmiş ve sürekli patlamaya hazır İstanbullular yok. Hangisi daha iyi bilmiyorum. Ankara sakin, biraz memur, biraz yaşlı gibi. İstanbul hareketli, yoğun, heyecanlı ve tertipsiz, düzensiz; ama çok güzel. Ah be Ankara nasıl bir başkentsin ki; denizin bile yok. Öylesine bir başkent. İstanbul varken; bu kadar güzel bir şehir varken senin başkent olman ne komik biliyor musun, ah bir bilsen. Bir bilseniz siz sevgili ukala Ankaralılar, İstanbul'u, hiç şehrinizle övünmezsiniz. Üniversitede bir sürü Ankaralı tanıdım, birisi bile övmedi Ankara'yı. Övseler biliyorlardı alacakları cevabı. Oysa ben Ankara'ya az gitmiştim, ama

Sevgili Vedat, biz neden ayrıldık?

Vedat. Şimdi empati yapma vakti. Sinirim geçti. Aşkım bitti. Şimdi kendimi düşünme vakti. Bakalım benim hatalarım nelermiş? Hangi hatalar ayırmış bizi? O büyü birleştirirken hangi söz veda için ilk adımları başlatmış? Biliyorsun ben iyi değildim. Uzun bir depresyon süreci. Hayatta hiçbir memnuniyetim yoktu. Memnuniyetim olmadığı gibi işten, güçten ve her şeyden şikayet ediyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Bunu aileme anlattığım gibi sana da anlattım. O kadar çalışkan benin kolunu bile kaldırmak istememesi normal değildi. Mutsuzdum. Ama senin sesini duyunca, seni görünce fazlasıyla mutlu oluyordum. Sen olmadığında mutsuz ve hayattan nefret eden biriyken seninle olunca çikolata gibi eriyordum. Sanki çok yük taşırsın da sıcak bir banyonun ardından masaja girersin öyle bir rahatlık, uyku hali ve mutluluk... Bu kadar hisi sadece seninle paylaşmam sana ağır geldi. Çünkü senin ailen vardı, arkadaşların vardı, başka insanlar vardı; sevgin ve nefretin dağılıyordu. Benim nefretim da

Dört dikiş, üç paten, bir lahmacun

Resim
Sağ elimde dört dikiş var; birincisi şişeden, ikincisi Ezgi'den, üçüncüsü eski evden, dördüncüsü küçüklüğümden. Ufak bir çizgi. Herkes anlamıyor. Ellerime dikkatli baktıklarında anlayabiliyorlar. Ellerime dikkatli bakabilmesi için bir insanın beni çok iyi tanıması gerekiyor. Beni kaç kişi iyi tanıyor ki? Ellerime iyi bakarlarsa kalemi yamuk tuttuğumdan yüzük parmağımdaki şişliği bile fark edebilirler. Ama nerede o kadar duyarlı bakan, bir insanın ellerine. Çocukluğumdan tek o iz yok. Bir sürü. Ufak ufak. Yapbozu toplamaya müsait bir sürü ufak anı. Teras. Terasta civcivlerle koşturduğumuz günler. Babannemim saç böreği. Sac değil, evet saç; çocukken "saç" sanardım. Ispanaklı, otlu, haşhaşlı börekleri, benim gibi Cemil gibi ot sevmeyenlere boş börekleri (katmerleri). Babannem bizi çok sevdi. Ben hayatımda onun kadar sabırlı birini daha görmedim. Bir kez sinirlendiğini, bir kez yorulduğunu gözrmedim. O yüzden hiç yaşlanmadı. Teras. Yaptığımız çocuk evle

bazen güzel bir pazar olur

Resim
İlkokula giderken pazarlardan nefret ederdim. Pazartesiye az kaldığından falan değil. Aksine zaman geçmediğinden dolayı. Annem en sevmediğim şeyi ütü yapar, televizyonda bizimkiler... ( o zaman çok ilgimi çekmezdi). İnanılmaz sıkıcıydı benim için pazarları. Lise ve üniversitede stres, yok ödev, yok sınav stresiyle dolu pazarlar. Ama ne zaman çalışmaya başladım, pazarları sevmeye başladım. Hem az saat çalıştığım bir gün, hem geç kalktığım, hem de kahvaltı yaptığım bir gün. (evet hâlâ kahvaltı yapmaya yetişemiyorum.) Bugün de öyle güzel bir pazar sabahı. En sevdiğim insanlarla buluştuğum bir gün. Her ne kadar geç kalkıp biraz geç gitsem de geç kalmama sinirlenmeyen, uyanamadığım için gülen, dalga geçen güzel insanlar. Burçak, Derya, bir Mehlika eksik. Ve canım Mehlikam, sonunda TUS'u kazandı. Hem de Cerrahpaşa, hem de Göğüs Cerrahisi. Hepimizin hayatı düzeliyor sanırım. Biz hiç büyümedik, hâlâ çocuğuz ve kimsenin uçurtmalarımızı elimizden çekip büyütmesini istemiyoru

Beirut Şiki Şiki Baba-Cover

Resim
Bazen bir şarkı duyduğunda için güzel olur. Güzel bir söz duymuş gibi. Birisi seni seviyorum demiş gibi ya da en sevdiğin hediyeyi almış gibi olursun. Ben Beirut-Şiki Şiki Baba’yı ilk duyduğumda böyle hissettim. İçimde ılık bir rüzgar, dirseklerime yumuşak bir el dokunmuş, ya da belimden tutmuş sevdiğim biri ilkbaharda dans ediyorum. O zamandan beri bu şarkı, ben sinirli ya da mutsuzken benim düzelmemi sağlıyor. Hatta bu şarkı çalarken sevmediğim bir insanın duymak istemediğim cümlesini de duymuyorum. Bugün de öyle bir ruh hali içerisindeyim ve duymak istemediğim şeyler duyuyorum, sinirleniyorum, üzülüyorum; ama biliyorum üzülmemem lazım saçmasapan meselelere. O yüzden her zaman Beirut Şiki Şiki Baba diyorum!   Continue to read in English  Sometimes you are nice to hear a song. As you have read a good quotation. As someone said, I love you or you feel like having your favourite gift. When I first heard Beirut-Şiki Şiki Baba, I felt the same. Warm feeling inside,

Okyanusa Uzanan Boşluk

Resim
Aslında onunla tanışmam daha önce bir zamana rastlar. Her şeyin farkında olmama rağmen hiçbir şeyin farkına varmıyormuş gibi yaşıyordum. O gün hangi sinirle çıktıysam evden, merdivende çözülen bağcıklarıma takılıp düşmüş, sonra kimbilir hangi düşüş açısı beni betona ittiyse, dizimde bir çizik belirmişti. Günler ne kadar aksiydi. Önümde buz kesmiş bir soğuk değil, günlerce içimizi mahveden, suratımda kırmızı izler bırakan bir sıcak vardı. Sarıyı sevmediğimi fark etmem, alerjim yüzünden güneşe bakamadığım günlere rastlar. Uykuya yenik düşmüş vücudumu hareketlendirmek için çantamdaki müzik çaları her zamanki dinlediğim bölüme getirip hızlıca yürümeye başladım köprünün üzerinde. Bu köprü, ister hüzünlü, ister sinirli olayım her zaman komik gelmiştir bana. Üzerinden geçerken tüm sinirim dağılır, yüz kaslarım gerilir, gülmemek için zor tutarım kendimi. Biraz da çocuk kahkahalarıma gelir sanırım nedenleri. O gün yine köprünün kırık taşlarında ilerlerken, her zamanki dinlediğ