Kayıtlar

Kasım, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yüksek Lisans Tezine Başlangıç

Resim
Önceki yazımda belirttiğim gibi ben İTÜ'lü olmuştum. İTÜ diğer okullara göre yani en azından Marmara'ya göre daha ağır bir okul. Ödevler ve gerçekten uğraşman gereken, zeka, araştırman gerektiren ödevler... Ben ders alma durumundaki bir yılı daha sonra anlatmayı düşünüyorum. Bu yazım genel bir yazı olacak, ders bir şekilde geçiliyor. Bence en önemlisi neredeyse tek başına kaldığınız tez aşaması. Dersleri verdikten sonra belli bir ortalamayı  (bizde 3.00'dı) geçerseniz tez yazmaya başlayabilirsiniz. İsterseniz teze daha önceden de başlayabilirsiniz. Ama İTÜ'de bunun için pek vakit kalmıyor. Çünkü dersler zaten yeterince ağır. İTÜ'de bizim yüksek lisans sınıfı çok karışık bir grup olduğundan (tekstil mühendisi, matematik öğretmenliği, iktisat, turizm işletmeciliği gibi) bir oryantasyondan geçmiştik. İktisat, matematik gibi dersleri aldığımız bir oryantasyondu. Her hoca orada kendi dersinden de bahsetmişti. Ben Yücel Candemir'in "Ulaştırma Ekonomisi"

Bir Zeynep Vardı.

Ne geldiyse başına içine atmaktan geldi. Oysa herkes gibi bağırabilseydi, derdini anlatabilseydi, olmayan ufak meselelerini dökebilseydi ulu orta, hiç çekinmeden, birisi kırılacak mı diye düşünmeden böyle olmazdı. O yara koskocaman büyümezdi içinde. Kabuk bağlamazdı biri bağırdığında. Sonra kanamazdı biri gittiğinde. Üzülmezdi olanlara. Herkes gibi yaşardı. Herkes nasıl rahat yalan söyleyip geçip gidiyorsa o da öyle yapardı. Basit bir insanın hikayesiydi. Hikaye daha bitmeden daha yeni umutsuzluklar başlardı. Oysa en büyük umutsuzluk insanlardı. Birbirinden nefret edenler, birbirine dayanamayan, sabır eşikleri çok düşük, paylaşmayı sevmeyen insanlar... Aslında o kadar da internet çocuğuyduk. Ve her şeyimizi paylaşmakta, yemeğimizi, gezmemimizi, en sevdiğimiz insanları, en sevdiğimiz ayakkabıyı bir sakınca görmezdik. Biz kendimizi paylaşamazdık ama. Sevdiğimize sevgimizi, bir güzel şarkıyı, yeni öğrendiğimiz herkesin işini kolaylaştıracak o bilgiyi, bir güzel haberi, bir mutluluğu.

Uykulu Notlar

Sizi bilmem ama ben önsözleri okumayı çok severim. Çok sıkıcı bir ders kitabının önsözü bile olabilir hatta. Bilmem neye giriş, yok bilmem kimin çıkardığı kitabın ikinci cildi, tüm önsözleri okurum. Sanki önsözü okurken yazarı tanır gibi olurum, biraz sonra okuyacaklarımın hepsi biraz yalan da olsa o başlangıçta yazılan birkaç söz o denli gerçekçi gelir. Ders kitapları tüm soğukluğuyla aralarda rakamlarla ve çoğumuzun zar zor anlamadığı terimlerle cebelleşirken; önsözdeki bir cümle insanı hiç olmadık bir yere götürebilir, durup dururken güldürebilir. Ne kadar az zamanım olduğu önemli değil bu başlangıçları okumam için. Sınava dört saat kala ve henüz hiç çalışmamışken bile bu önsözü okumadan geçmem ve hatta çoğu zaman okumadığım önsözler kalmıştır diye sevinirim. Benim gibi kaç kişi vardır bilmem ama ben insanların koşarcasına kaçtığı önsözleri okumaya bayılırım. O yüzden bu bloga önsöz yazmak istedim. Önsözleri bu kadar fazla sevdiğimden dolayı herhangi bir şeye başlangıç yaparken h

Mio fratello è figlio unico (Abim Evin Tek Çocuğu)

Resim
Evden uzaklaştığı ilk gün onu geçiren sadece abisiydi. Trenin camına kafasını yaslamış, ilk defa uzağa gitmenin verdiği huzur ve tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Çevresinde olup bitenlerden habersiz bir çocuktu daha. Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti. Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.   Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç

Büyük Dedem...

O gün biliyordum onu son görüşüm olduğunu.   Küçük gözleriyle bana bakmış, napıyorsun Pınar hanım demişti. Dedemin konuşmasını herkes anlamazdı. İyiyim dede, sen nasılsın demiştim, çay içmiş, biraz konuşmuştuk, sonra gitti, bir daha hiç gelmedi.   Bankadaki hesabını benim üstüme aktardığında, bankanın ortasında ağlamıştım çocuk gibi. Bana bir şey olursa deyişinde hem de. Bundan dört yıl geçmişti. Eğer bir şey olursa bana hastane için para yollarsın demişti. Dedem sana bir şey olmaz demiştim. Yanılmışım. Salak Pınar, hep doğru bilecek değildin ya! Telefonum çaldı, okuldaydım, saat üç buçuk, herkes biliyor o saatte derste olduğumu, arayan abim. Pınar dedi, ses yok, sonra Pınar eve gel, dedemlere gel dedi. Telefonu kapattım. Anladım. Bir şey olmuştu. Olan şey her ne ise kötüydü. Arabayı okulda bırakıp koşarak metroya gittim. Dedemlere giderken bütün duaları okudum. Ama bazen o anda okunan dualar kabul olmuyordu. Ya da zaman çoktan geçmişti. Dedemlerde... Herkes, bab

Yalnız koşarsam, yürürüm birazdan.

Bir akşamüstü. Sanırım işim yeni bitmiş, yine Beşiktaş'a tek başına ya da birileriyle inmiştim. O yokuştan, tüm yorgunluğumu alan yokuştan. Avrupa gibi, ama soğuk olmayan kaldırımlar, yollar. Buradan önce kimle, kimlerle indim şu anda umurumda değil. İlk defa değil. Oysa geçmişi sürekli hatırlayan ben değil miyim? Hasta olduğumdan beri geçmişi (yani beni üzen geçmişi) bir anda çıkardım hayatımdan. On yedi sene tırnağını yiyip sonra bırakan "ben" için bu zor olmamalıydı. Kendini üzen geçmişten sıyrılmak. Sevdiklerim var, hâlâ eskisinden daha çok sevdiklerim, Çınarım var, onun vava diyişi var... "Hala" kelimesini söyleyebildiği halde benimle dalga geçmek için bana vava diyen bir yeğenim var. Baş harfi benden farklı olan, ama kanım, biricik canım var. Bütün hayatım tehlike altında iken bile ilk aklıma gelen. Ben ölsem, onu göremem dediğim Çınarım... Sonra... Bir müzik, birbaşka müzik. Teksem şarkı, kalabalıksak birkaç cümle... Yokuşta nefes nefese. Son