Bahar vakti.

Kitabı bitirmeye on sayfa kala çıktım evden. Önceden bir kitabı yarım bırakmanın unutkanlığa neden olduğunu düşünürdüm. Tüm telefon numaralarını aklımda tutmaya çalışırdım; bir gün bunayacağıma inanıyordum çünkü. Gittiğim yere varmama elli dört dakika var, sen de bir saat. Bir saat nasıl geçer ki; bu kış vakti, İstanbul’da trafiğin bir türlü bitmediği bir yolda, yine kalabalık bir otobüste. Hem insanlara, hem de saate bakmadan geçmesi gereken elli iki dakika. Bak gördün mü, hemen de geçiverdi iki dakika. Ama bu geçen dakikalar senin için. Ben şu anda ilk durakta inme ihtimali yüksek olan kişiyi hesaplıyorum. Sezgilerime güvendiğimi ve o kadar sene aldığım olasılık dersinin sadece bu hesaplamaya yaradığını söylemiş miydim? Zamanın geçmesi için ilk yol; müzik dinlemek. Ama şarkının bile bittiği bir nokta var. Kimi zaman tüm yol boyunca kaç tane şarkı dinlediğime bakıyorum; bir türlü sayamadım bunu. Çünkü olasılık hesaplarım her seferinde tuttuğundan hemen önünde beklediğim kişi bir sonraki durakta iniyor. Sonra uyku. Uzun yol gidenler bilir. Otobüste camdan bakıp direkleri saymak veya kitap okumak mide bulandırır. Tek seçenek kalır sonra: uyku.


Her sabah yedide yola çıkarım. Çoğu zaman hava durumuna bin kez baktığım halde giyeceklerimi bir türlü tutturamam. Benim mont giydiğim günün öğlesinde gözüme güneş girer, ince bir ceketle çıktığım gün ise yağmur yağar, soğuk olur, içim titrer. Kimisine şaşırırım, her şeyi düzgün tuttururlar. Ne bileyim, bir restorana giderler; bu Çin’de olur, Hollanda’da olur; işte bir yerde olur, dilini bilmedikleri bir ülkenin mönüsünden bile güzel bir yemek seçerler. Benim gibi korkak değillerdir; bir insan her seferinde mantarlı tavuk mu yer? Ki bu dediğim insanlar da sen ben gibi hatta benden senden daha sıradan. Neden böyle olur? Herkesin yani çok basit bir kişinin bile konuşabildiği, anlaşabildiği yerde sen susarsın. Neden gelen böreklerin hepsi maydanozlu olur? Tek maydanoz sevmeyen ben miyim? Kahve içeriz. Bak kahveyi çok severim. Güneş de sever. Güneş kim mi? Güneş fotoğrafçı, herkes çeker değil mi? Dün İstiklal’ de yürürken baktım etrafımdan ne kadar çok kadraj var; ama biz hiçbirine bakıp gülmüyoruz. Hepimizin çocukluğu az çok aynı yere gitmiyor mu, hepimiz izlemişizdir Susam Sokağı’nı, Süper Baba’yı; okumuşuzdur Küçük Kara Balık’ı. Biz değil miydik fotoğraf makinesi gördüğünde ‘domates’ deyip gülen. Ben de artık herkes gibi ‘doğal gibi’ poz veriyorum fotoğraf çekilirken; sanki her şey normalmiş gibi, gün yine akıyormuş gibi. Uzatmaya gerek yok. Ben Deniz, büyük bir şirketin -adını vermesem de olur- pazarlama müdürüyüm. Bundan önce hangi hayalimi sattım bilmiyorum. Ama işim bu; hayal kurup, hayal satıyorum.


Babamdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Onu sevdiğim zamanlarda beni sevsin diye senelerce okudum, ilkokul, lise, üniversite, yüksek lisans, doktora. Doktora yaparken anladım; babamın beni sevmesi için okumama gerek yoktu. Bıraktım, doktora tezimi bir hafta kala, tez danışmanımı çılgına çevirerek her şeyi bıraktım. Yıllarca tüm çalışkanlığımla her şeye dört elle sarılıp, daha az uyuyup, daha az konuşup, uzaklara gitmemiştim. Ve en önemlisi bir anda hiçbir şeyi yarım bırakmamıştım; bu kadar sene üniversiteyi bırakıp gideni, istifa edeni hayranlıkla izlemiştim. Ne kadar korkaktır çalışanlar bilir misiniz?


Sonra bıraktığımda; o gün evin bahçesinde –bu eve taşınalı sanırım hiç çıkmamıştım- kahve içip zamanı durdurdum. Somut olarak hem de. Evdeki tüm saatler durdu; dört kırk ikide. Filmlerde kahve içenleri gördüğümde hem içim giderdi. Ben hiç yalnız ya da biriyle huzurlu olarak kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Ya bir proje için uykusuz kaldığım vakit dayanıyorum kahveye ya da sabah kalktığımda bir adım daha atabilmek için bir yudum alıyorum kahveden. Oysa ne çok severim ben kahveyi. Sonra sevdiğim başka şeyleri gördüm o gün. Ben baharı severim. Nisanı, mayısı; yavaştan arkadan rüzgâr eserken güneşin kemiklerimi ısıttığı hanımeli kokan bir günde, bir kez daha içtim kahveden. Bunca yılın bana öğrettiği en iyi şey kahve yapmaktı sanırım.


Mete’yi aradım. Mete şimdi gözlüğünü masasının üzerine bırakıp telefonda arayanın ben olduğunu görünce gülümsüyor olmalı. Mete’nin tekrarı bu, her seferinde aynı şeyi yapar. Kahveyi sütsüz ve şekersiz sever, en sevdiği şarkı “Öyle Sevdik Seni”dir. Mete İstanbul’da bir üniversitede öğretim üyesi. Çocukluk arkadaşım, terasta çadır yapıp pis börek-maydanozsuz- yerdik. Maydanoz sevmez, hindistan cevizini de. İlkokulu birlikte okuduk Mete ile doktoranın son zamanına kadar beraberdik, ben bitirmedim; o devam etti. Önemli değil. Mete benim bir insanım, güzel insanım.


Aradım. Nasılsın dedi, Mete. Nasıl olayım dedim. Şekerli, karışık. Güldü, öğleden sonra dersim yok, iş çıkışında görüşelim mi dedi. İstifa ettim, dedim. Nasıl dedi Mete, ne zaman? Şimdi, tam olarak şimdi. O anda genel müdüre özenle düşünüp yazdığım, tüm noktalama işaretlerine dikkat ettiğim ve dilekçe formatının tüm gereklerini yerine getirdiğim istifa mektubunu veriyordum. O zaman dedi Mete, Ortaköy’de dört kırk ikide, dedi. Güldüm. Mete farklı, farklı telden çalar hep. Onunla neden bu kadar iyi anlaştığımı anlatmama gerek yok sanırım. Hiç geç kalmaz. Geldiğimde banka oturmuş beni bekliyordu. Bırakmak nasıl dedi? Neyi dedim, sigarayı mı? Bırakmak için başlamak gerek öyle değil mi Deniz? Karşımızda deniz, bu anı ne çok özlemişim Mete. Doktoranın son derslerinde İTÜ’den yavaşça aşağıya doğru iner; Ortaköy’e yürüyüp günün batmasını izlerdik. Ne romantik değil mi? Aslında değil. Çoğu zaman kavga ederdik Mete ile yol boyunca. Bir türlü alışamamıştı; yaz, kış dondurma yemek istememe; ben de onun trafik ışıklarına bir kez olsun bakmamasına.


İki gün önce yine bir nisan sabahı, saat yedide gülümseyerek uyandım. Uzun zamandır hiç içten gülümsediğimi hatırlamıyorum. Pencereden kolumu çıkartıp havayı kontrol ettim, evet, bahar gelmişti. Kitabımı okurken kahvaltı yaptım. Bahar gelmiş, bahçedeki çimler iyice büyümüştü. İnce bir gömlek, hırka giyip çıktım dışarı, kitabı bitirmeme on sayfa kalmıştı oysa. Gitmem gereken yere elli dört dakika var. Ama benim içimdeki heyecan çoktan oraya gidip türlü hayaller kuruyor. Sonra geçiyor zaman son yirmi iki dakika falan derken bakıyorum dinlemem gereken sadece üç şarkı kalmış, iniyorum durakta. Karşımda Güneş. Çok bekledin mi diyorum? Yeni geldim diyor. Yüzümdeki mimikler gülmeye hazırlanırken fotoğrafımı çekiyor. Bugün başka bir gün. Ben yıllar sonra otuz altı yaşında senelerce hayalini kurduğum pastacıyı açıyorum. Her şeyi bırakıp çikolata rüyasında dalacağım bir yeri. Güneş de ilk güne özel, pasta yiyenlerin yüzündeki mutluluğu fotoğraflayacak. Benim fotoğrafımın ismi; dondurmalı pasta yiyen Deniz’in tebessümü olacak. Mete, Mete nerede peki? Mete trafik ışıklarına bakmadığı bir gün bir aracın altında kaldı. Yok, biliyorum bu üçüncü sayfa haberi gibi oldu. Tabii böyle bir saçmalık olmadı, Mete doçentlik unvanını bir hafta önce aldı. Mete hemen yanımda, dondurmalı pasta mutluluğumun başında. Yeniden, Güneş için bir bahar gününde bu sefer sahiden doğal bakıp bir poz verebiliriz sanırım, hayata yeniden başlarken.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not