Genza

Öne doğru oturdu. Olmadı. Arkaya çekti kendini. Saçları sıkıştı sandalyenin parmaklıklarına. Burada olmamalıydı. Ait değildi buraya. Kimin nereye ait olduğu konusunda neler düşünmüş, neler yazmıştı bunca zamandır. Yazmasaydı da olurdu. Kimi zaman kağıdı alıp da yere atardı. Kalemlerini kırardı. Yazmak başa belaydı sonuçta. Hani bir günlüğe hayatını anlatmak gibi, hani olmadık bir yerde zamansızca okunmak gibi. Yazmak cesaret ister. Yazmak kağıt değil, kalemi farklı yönden tutabilmeyi ister. Öyleyse dedi yüksek sesle. Buraya ait değilim ben. Ama nereye? Ellerini kafasından çekip düşündü. Bulamadı.

Güneş olmadık günün, olmadık ışınlarını odaya serpince gün yüzü doğdu içine. Rastlantılarından resim yapmak istedi. Kağıdı düzgünce koyup masasına, bulabildiği kalemlerle çizdi. Bu bir dünyaydı. Sağ tarafa bir adamı oturttu, elinde kalemi, önünde defteri. Adamın hemen karşısına binlerce kafa çizdi. Renklere boğdu resmi. Olmadı. Yavaş yavaş siyahlaştı kafalar önünde. Aynı yöndeki sinirli bakışlar tek bir vücutta toplandı. Odak noktasına bir kadın çizdi. Kadın; korkusunu yumruk yaptığı ellerinde saklamış, boynu bükük... Düşündü, kadının ismi Genza olmalıydı. Heceleyerek söyledi yavaşça: Gen-za. Sağdan bakıldığında resme; kadının bedenini saran korku açıkça gözüküyordu. Soldan bakıldığında ise cesaretli bir ayak izi vardı zeminde. Ayaklarını yere sıkıca basmış, gergin bir vücut beliriyordu kağıtta. Öyle olmalıydı. Nefesini tutmuş Genza, tanıyıp tanımadığı tüm insanların karşısında, hem büyüyor, hem de aynı anda küçülüyordu. Hemcinsini tanımaz bir kadın çizdi karşısına. Genza suçunu bilen bir tavır takınmıştı kadına karşı. Kadınsa sinirli ve hoyrat. Renklerle debelenedursun resim. Yanındaki soğumuş kahve, yanlış bir el hareketiyle kağıdın üzerine döküldü. Kokusunu da tadını da kağıdın üzerine bıraktı kahve. Resimde şimdi belli belirsiz Genza, karşısındaki adam ve sinirli kadın vardı. Kafalar anlamsız dairelere dönüşmüş, renkler karışmıştı. Siyaha bürünmüştü tüm resim. Olur olmadık her yerde yenenin siyah/kara olduğunu kanıtlarcasına.

Başladı. Her gün aynı saatte çalardı bu şarkı. Burada saat yoktu. Zamanı bu şarkıyla ölçerdi. Şarkı çalmaya başladı mı gün çoktan bitmiş olurdu. O zaman ellerini ardına bağlayıp otururdu yatağına. Burada yatak ve masadan başka bir şey yoktu zaten. Arada kağıt ve kalem verirlerdi ona. Delirmesine engel teşkil edecek hiçbir şey yoktu bu dört duvarda. Ölmesi engellenirdi ama. Ne bir bıçak verirlerdi yemekte, ne de keskindi yatağın altındaki metalin köşesi. Delirmeye ramak kala demir parmaklıklara sıkıştırıp ellerini bağırmaya başlardı. Öyle zamanlarda gelirdi gün. Öyle zamanlara denk gelirdi bir martının kanat çırpışı. Sonra unuturdu. Parmaklıklardan günü, güneşi izlerdi. Martı olmadık yaşamına umut getirirdi bazen. Burada olmamalıydı, buraya ait değildi. Kapısını hızlıca kapardı gardiyan, demir kapı uykusuzluk nöbetine bir neden olurdu geceleri. Uyku yasak değildi. Kalabalık yasaktı. Oysa o günkü gibi olsa bile kalabalıklar güzeldi. Beden dokunuşunu, konuşmayı özlerdi bazen.

Yerde zemin.
Sokakta bulut.
Ağaçta bir kuş olarak kalırdı dört duvarın ardında. Duvarlarla kaldıkça o resmi çizerdi sayısız kere. Unutmak için, hatırlamak gerekti ayrıntıları. Ayrıntı dediğin kabussa eğer, çıkmazdı insanın aklından. Olmadık bilmecelerde gelir giderdi aklı. Yoktu. Yok olmaya alışmalıydı insan. Sildirmişlerdi adını. “Burada tuttuklarına bakma seni, ismin yok. Nefes aldığına şükredip durma, öldü sanıyor herkes seni. Yoksun artık.” demişti parmaklıkların ardında bir ses. Sesi tanımıyordu. Ses yoktu belki de.

Bitti. Şarkı bittiğinde gün batardı. Bu şarkıyı O buraya geldikten iki gün sonra çalmaya başlamışlardı. İlk geldiği gün kendinde değildi. Şarkı hiç duymadığı bir ezgide birleşirdi. Evinde olsaydı şu an, şarkıyı beğenmez, sözlerinden nefret ederdi. Ancak buradayken seviyordu şarkıyı. Buranın bir başkaldırısıydı şarkı. Saat yoktu. Zaman sadece şarkıyla ölçülürdü.

Önündeki resme bakıp ağlamaya başladı. Bitmeliydi. İnsan hafızasını silebildiği müddetçe yaşayabiliyorsa eğer; en azından bu resmi silmeliydi aklından. Kulaklarını gelen sessizliğe karşı tıkadı. Şarkı çoktan bitmişti. Gün kararmış, hiçbir martı gözükmüyordu parmaklıkların ardından. Düşüncelerini susturdu sonrasında. Kağıdı alıp parmaklıkların arasından attı. Resmi aklından silmeye çalıştı. Olmadı. Kafasını yastığın altına gömüp yattı. Ne zaman uyku geldi bilinmez; aynı ses, aynı saatte, aynı korkuyla uyandırdı onu.

"Genza! Kalk! Gidiyorsun."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not