Uzak Balık

Saçlarını unutabilirdiniz onun. Anlamsızca gülmeleri aklınıza gelmezdi belki. “Tırnaklarımı yemeyi bıraktığım an sigara içmeyi de bırakırım.” demesi mantıklı gelebilirdi insana sonradan. Ellerini unutabilirdiniz, yeşile, mora, maviye boyanmış ellerini. Gecenin en olmadık saatinde yollara düşmüşken ve ağır ağır yürürken beyaz kaldırımında yolun, birden garipçe bağırmasını unutabilirdiniz. Hatta sonra oturup her zaman gülen bu suratın ağlamasını da… Ama hiçbir zaman kösele ayakkabılarının size doğru gelen adımlarını unutamazsınız. Sanki her adımda yeri delecek gibi, sanki her adımda ben buradayım der gibi: ”Tak, tak, tak.”

Parmağını kanatmış küçük bir çocuk gibi evine koştuğunda da dolardı odasına, şu anda beynimin herhangi bir köşesinde yatan kokusu. O koku sanki bütün kokuları siler geçerdi. Penceresinden içeri sızan hanımeli kokusu bile o baygın kokusunu alıp çeker giderdi bu karanlık odadan. Belki de başka kokulara alışmadığından odası, onun kokusuna hapsolurdu her dem. Odası kapağı kilitli bir sandık gibiydi. Arada ben girerdim odasına, kırmızı elbisemle küçük bir kızken bile duvarlarına bakıp her ayrıntısını ezberlemeye çalışırdım odasının. Odası hiç değişmedi, ama yine de her odasına daldığımda beni şaşırtan küçük ayrıntılar hiç kaybolmadı. Evet, hiçbir zaman ezberimde kalmadı odası. Küçük bir penceresi vardı, kimsenin istemediği tavan arasına sıkışmış odasının. Karanlık oda, gün ışığıyla aydınlandığında bile dışarısı gözükmezdi. Onun odasında dışarı yoktu zaten, içeri siyahlığın içinde o kadar çok aydınlıktı ki insan dışarıyı bile unuturdu bazen. Ben bütün hayatımı silerdim, o karanlık sessizliğe adımımı attığımda. Arkamdan kapı “tak” diye kapanırdı. Çocukluğumdan beri unutamadım bu sesi.

Adını bilmiyorum. Garip biliyorum ama adını hiç sormadım ona. Onun benim adımı bilip bilmediğinden de haberim yok. Adlarımızdan daha önemli “biz” vardık zaten, bazen “ben” ve” o” olan. Onla ilgili çok şey bildiğimi düşündüğümde hemen aslında hiçbir şey bilmediğim aklıma gelirdi. Herhangi basit bir cümlesi bile kafamı olmadık zamanda allak bullak ederdi. Güzel resim yapardı, sesi kötüydü, her seferinde farklı bir melodiye, farklı sözler uydururdu. Bunları kaydetmiyordu bildiğim kadarıyla. Onu sadece iyi hissettiren şarkılardı söyledikleri, şarkıları güzeldi, sesi kötüydü.

Onun nasıl da ressam olduğuna şaşardı odasına girenler, bir insan bu kadar karanlık ve manzarası olmayan bir yerde nasıl resim yapabilirdi ki? Odasına çok kişi girmezdi zaten, merdivenlerin sonunda araya sıkışmış kapalı bir kutu gibiydi odası, sadece kapağını açmaya cesaret edebilenlerin açtığı. Odasına girmeyenlerse sadece “Deli bu herif.” derlerdi sessiz harflerle. Garip kadınları çizerdi tuvaline, gökyüzünde uyuyan yetmişinde bir adamı, balonlara oturmuş kızıl saçlı bir kızı, güneşi ellerine almış bir çocuğu, denizi kafasında taşıyan yaşlanmış bir teyzeyi çizerdi, genelde herkesin boya kutusunda kullanılmadan kalan renkleri kullanırdı. Renkleri severdi. “Bana sen resimden anlamayan bir resimden anlayansın.” derdi, ne demek istediğini anlamazdım, hala da anlayamadım zaten.

Odasındaki kırmızı sandalyelere oturup sadece susardık bir derdimiz olduğunda. Susmak bazen konuşmaktan daha iyidir aslında. Eli mora boyanmış bir şekilde açtığında odasının kapısını, içeri almamıştı beni ilk defa. Başka biri olsaydı o, kesinlikle inat yapıp girerdim içeri, başka biri olsaydım ben, bir şey söylerdim giderken. Sadece susarak geri dönmezdim mesela.

Ölümü komik bulurdu, “Gidenin arkasından ağlamak saçma, ben yaşadığım müddetçe.” derdi. Çok sonradan öğrendim, beni eve almadığı gün, yeni başladığı resimdeki kızın eteğini mora, saçlarını kızıla boyadığını, kızın suratına çarpık bir gülümseme yerleştirdiğini. Kız resimde balık tutarken, elindeki olta sahipsizmiş gibi sallanırken, denizdeki küçük bir balığa kendi anlamsız gülümsemesini çizdiğini çok sonradan fark ettim. Bütün garip cümlelerinden sadece balık olmak konusunda kurduklarını hatırlıyorum şimdi. Resimdeki kızıl saçlı kız sanki bir şeyleri biliyor gibi bakıyor denizdeki balığa. Denizdeki balık sanki birazdan boğulacak gibi, sanki birazdan kaçacak gibi, kaç kere baktığım halde bu resme bunu ayırt edemedim hala. Bana “Uzak Gölge” derdi bazen. Şimdi elimi denize uzattığımda ne zaman bir balık görsem onu hatırlarım, bu yüzdendir ki balık yiyemem küçüklüğümden beri. Benim kızıl saçlarım garipçe gülümser her sabah baktığımda bana. Evet, şimdi gerçekten uzak bir gölgesin balık.

Uzak Bir Gölge hafızama kazınan bir şarkısıdır Yeni Türkü'nün.
04.06.2007 23:28:23

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not