Yıldızlar kadar uzak ve parlak mısın Deniz?

 








Sevgili Deniz

Sene 2010 temmuz. Gün yine sarı, zaman yine zor. Ve ben nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Hiç mektup yazmadım çünkü Deniz. Nasıl olur, nasıl yazarım bilmiyorum. Bugün İstanbul’un sıcağında bilmem yine hangi müşteriye laf anlatmaya çalışırken; dışarıda bir kaza oldu, bir anda durdu caddedeki tüm araçlar. Arabalardan birinin teybinde bir şarkı çalıyordu; uzun zamandır dinlemediğim. İlkin hiçbir şey hissetmedim. Aynı sıkıcı tonlamamla, karşımda beni televizyon seyredermiş gibi izleyen müşteriyle konuşmaya devam ettim. Ama bir an, bir nota, belki de bir ses geçmişten çıkıp geldi de öylece durdu yanımda. Her şey durmuştu Deniz; araçlar, ben ve hatta yanımdaki müşteri bile susmuştu artık. Devam edemedim konuşmama. Tüm satış stratejilerimi unutmuştum artık. “kimimiz yıldızlar kadar uzak, kimimiz dört duvar ardında” diyordu şarkı. Bir on dakika sonra falan müşteri gittikten, trafik düzeldikten ve şarkı bittikten sonra hiçbir acının geçmediğini anladım Deniz.

Geçmişi öylece o şarkıyla arkamda bıraktım sanıyordum. Oysa ne kadar da aptalmışım. Ne o şarkı, ne de sen geçmişte kalmışsın. Hemen bir adım yanımda sen, bir ses uzağımda şarkı varmış. Biz neyi unutmaya çalışmışız ki? İşten çıktıktan sonra uzun zamandır gitmediğim bir yere sürdüm direksiyonu.. O titrek ellerim sonunda araba sürmeyi de öğrendi. Şaşırıyorsun değil mi? Gözlerini kısıp bana bakıyorsun, belki de gözlüklerini yine unuttun.  Yine saçma sapan bir şeye gülüyoruz. Susalım, artık uykum geldi Deniz. Yol değişmiş, senin o zar zor gidip de onca küfür saydırdığın yerde bir köprü var artık. Sonunda senin sesini duymuş biri. Ama çok geç artık değil mi Deniz? Başka neye geç kaldık acaba? Yazlığa gidip kumdan kalelerimizi yıkmaya, dalgaları her seferinde yenmeye, çileklerin ağaçta değil de yerde yetiştiğini öğrenmeye mi? Yazlığa gittim Deniz. Hayır, çocukluğumu özlediğimden değil. Başka bir şey. Belki de o şarkı getirdi beni buraya. Yazlık aynı. Biraz tozlu, biraz eskimiş sanki. Mutfakta ters çevrilmiş kahve fincanları, sanki birazdan geri dönecekmişiz gibi. Salonda bir gazete, az evvel okunmuş gibi. Yandaki komşu, yıllar sonra beni görünce şaşkınlığından sadece “Merhaba “ dedi. Onun için bile zordu gerçeğe alışmak. Ya benim için?

Aşağı indim, sürgülü kapı yine zor açıldığını hatırlattı bana; açarken elim kesildi yine. Bir an durdum. Sen gittikten sonra buraya hiç gelmedim Deniz, gelmedik, hem nasıl gelirdik söylesene, sen burada gözümün önünde, biraz ötemde boğulmuşken ve ben yüzmeyi o kadar iyi bildiğim halde seni kurtaramamışken… Oysa ne kadar soğukkanlıydım ben, bilirsin elime dikiş atıldığı vakit annem bayılmıştı yanımda, ben kaç dikiş attığını sayıyordum doktorun. Soğukkanlı Irmak. Her zaman böyleydim soğuk, beton gibi. Sen sakindin, rahat ve komiktin; ben sinirli, soğukkanlı ve mantıklı. Soğukkanlı Irmak o gün gözlerinin önünde giden bir hayatı kurtaramadı. Kuma basan ayakları basmadı, koşamadı, konuşamadı, bağıramadı, gülemedi, ağlayamadı, ne geri geldi, ne denize girebildi. Hani insan rüyasında konuşamaz, yürüyemez ya ve uyandığında kâbusmuş, şükür dedi. Ben uyandım, uyandığımda kâbus değildi. Gerçekti. Sen gerçektin. Annem gerçekti, babam gerçekti. Bahar gerçekti, Atakan gerçekti. Yanımdaydılar. Herkes ağlıyordu. Atakan kaçtı. Peşinden koşamadım, koşamadık Deniz. Oturup ağlamak istedim. Ben de kaçmak istedim. Sana gelmek istedim Deniz. Denizi kesmek, denizi kovayla kuma, toprağa boşaltmak istiyordum, tüm Marmara denizini, seni boğan denizi öldürmek istiyordum. Deniz sen gittin, ben ağlayamadım. Annem gördü, uzaktaydı, gözleri iyi görmüyordu; ama sen ilk göz ağrısı, ona ilk anne diyen insanı, görmez mi, bayıldı. Bahar, Atakan’ın peşinden koşarken yere düştü, onu ilk defa koşarken görüyordum, ilk defa bu kadar çaresiz olduğunu o mavi gözlerinin. Atakan koşuyordu tüm sahil boyunca koştu, denize girdi, sesi tüm sahilde yankılandı. Babam yere oturdu, ağladı; Deniz babamın ağladığını görmek istemezdin. Ben hiçbir şey yapamadım. Ne ağladım, ne bağırdım Deniz. Öylece kalakaldım. Seni gördüm boğulurken bile, bir şey yapamadım Deniz. Sen giderken benim çocukluğum gitti, sevdiğim kalbim gitti, Legolarım gitti, korumam gitti, kavgalarım gitti, sevmelerim gitti, ayağıma batan ilk çivi gitti, ilk oyuncak bebeğim gitti, ilk tuttuğum kalem gitti, ışıklar gitti, sevgiler, şarkılar, senden öğrendiğim Fenerbahçe şarkıları gitti. Deniz. Sen gittikten sonra biz öylece gittik, hiçbir şeyi toparlamadan, nasıl kaldığını hatırlamıyordum yazlığın. İncir ağacından incirleri toplayabilir miyiz diye aradı ilk sene komşu, ilk defa o gün ağladım. Kadın sorduğuna pişman oldu, bilmiyordu öldüğünü, nasıl da kötüydü; seninle ölümü aynı cümlede kullanmak.

İncir ağacının bütün incirleri yere dökülmüştü. Kimse toplamamıştı. Biz yoktuk, kimse inmemişti bahçeye. Belki birkaç yabancı. Komşular beni görünce şaşırdı, kimisi ak düşmüş saçlarıma bakıyordu, kimisi de yıllarca gelmeye korkan yüzüme, zorlukla yürüyen ayaklarıma, titreyen ellerime.

Neden gittin Deniz, oysa sen benden daha iyi bilirdin yüzmeyi. Sen her şeyi benden daha iyi bilirdin. Daha iyiydi konuşman, daha iyiydi saçların, gözlerin daha elaydı.

Canım abim nasıl da gittin. Nasıl bıraktın beni? Beni sensiz, korumasız bıraktın, ben alıştığımı sanıyordum, alışabildiğimi, çünkü on yıl geçmişti. Yara içimde bir yerlerde kayboldu sanıyordum. Olmuyormuş öyle. Bir Türk kahvesi yap demiştin, sade olsun, bir soda, bir çikolata. Canım abim fincanları elimde yıkamıştım, birazdan İstanbul’a döneceğiz diye, çalıştırmamıştım bulaşık makinesini. Fincanlarımız tezgâhta öylece kapatılmış kalmış, hesap yaptığın kâğıtlar masada, birinin telefon numarasını yazmışsın, bilmediğim bir isim. El yazını, kalemi yamuk tutuşunu, tırnaklarını yiyişini, gizlice sigara içmeni, sigara içerken tedirginliğini, kimi zaman sigara içerken gördüğüm rahatlamanı özledim. Gözlerini, Atakan’ı sevmeni, Atakan’a kızarken sevmeni, Bahar’ı hiç kıramamanı, kıramadığın halde yaptığın öküzlükleri özledim. Ben seni özledim canım abim. Neden gelmiyorsun? Nasıl geçer zaman bilemedim. Diğer insanlar beş yılda alışıyormuş gidişlere, ben on yıl verdim kendime. Alışamıyormuş, sol yanına oturuyormuş acı, gitmiyormuş, bir fotoğraf karesine, bir şarkıya bakıyormuş, yeniden dönmesi. O bir nota, yeniden filizlendiriyormuş acıyı. Neden gittin Deniz, beni yapayalnız, güvensiz bıraktın burada. Şimdi ben nasıl konuşacağım, nasıl koşacağım söyle bana, canım abim?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not