Gecikmiş Sefer-II

II

Deniz Özlem’in oturduğu kaldırımın sağındaki kavşaktan dönerek istasyonun bulunduğu merdivene doğru ilerledi. Kaldırımın üzerindeki çantasını unutup sessizce ayağa kalktı Özlem aynı anda. Kaldırımda Özlem yoktu artık, zaten görmemişti Deniz onu. Elindeki yeşil hırkası, bilmediği güzel bir anı bekliyordu. Kaldırımın karşısındaki düz yola bakarak iskeleye uzanan merdivenlere doğru yürüdü Özlem. Elindeki yıldız tüm rengini kaybetmişcesine koyulaşmıştı. Parmaklarının arasında sıkıp tüm fark edilmemişliğin sinirini yıldızdan çıkarmak istedi. Vazgeçti. Yere attı yıldızı ve sanki bir kağıtmışcasına üzerine basıp geçti. İskeleye doğru giden merdivenden, her zamanki gibi yavaş yavaş değil de hızlıca indi. Özlem’in yanından geçenler fark etmedi onu. Fark edilecek bir yanı da yoktu, İstanbul’da acelesi olan insana kimse şaşmazdı zaten. En kötüsü de tanımadığı bir insanı sevmekti belki de. Yok sevmek de değildi zaten bu.
Deniz elindeki valizin ağırlığını unutarak hızlıca çıktı, istasyona giden merdivenden. Hiçbir şeyi bilmemenin cezası yoktu. Herhangi bir tümsek durduramazdı Deniz`i. Fark etmemenin en büyük ağırlığı da hiçbir şeyi bilmemekti. Deniz biraz sonra istasyondan kalkacak olan trenin, pencere tarafındaki 25 numaralı biletine sahipti. Hiçbir şeyin farkında olmadan gidecekti. O an, istasyondaki şefin değişip de genç birinin geldiğini bilmeyecekti mesela. Hiçbir şeyin anlamı yoktu dünyada. Genç istasyon şefi, Özlem`in nakaratta kalan şarkısının devamını açtığını bilemezdi. Deniz ise ne şarkıyı, ne de Özlem`i bilebilirdi. 14.45`te kalkacak trene binip gidecekti. Gitmelerin özgür kısmına denk gelen insanlardan biri olduğundan, arkasında ağlayan bir beden bırakmayacaktı Deniz. Gitmek her şekilde terk etmek ve isyan etmekti.

İnsanın bildiği yeri unutması, ancak filmlerdeki meşhur hafıza kaybı sahnelerinde olurdu. Yoksa insan, her şeyi beyninin bir köşesinde saklardı. Özlem hiçbir şeyi silemeyen insanlardan olduğundan, beyninin köşesinden değil, tam merkezinden çıkardı, iskelenin uzak merdivenlerini. İskelenin üzerinde yavaşça ilerledi Özlem. Hız yaşama özgüydü zaten. Ayakları betona değil de birkaç metre altındaki denize basıyordu sanki. Hiç bir şey yoktu. Adını bilmediği adam, adını öğrenemeden gitmişti. Bazen insan ne kadar da aptal oluyordu, belki birkaç kelimede bulabilirdi konuşmayı Özlem. Ama bazen olur ki, insan tüm ümitlerini tüketmek ister, gitmek ister insan. Ölümle yaşam arasında yahut gitmek ve kalmak arasında ne vardır ki zaten?

Özlem elindeki yeşil hırkayı sol tarafına bıraktı iskelenin. Muhtemelen biraz sonra başkasının sırtında olacaktı hırka, umurunda değildi Özlem`in. Sahip olduklarına bağlı insanlar, eşyalarını zamansız bir yerde bırakabilirlerdi. Onların istisnası değildi bırakmaları, gerçek buydu. Özlem denize baktı. Bilmemek, hayallerin arkasına saklanmaktı. `Deniz` yoktu, ama deniz vardı, önünde laciverde dönüşen. İntihar birilerini bekleyen bir sondan öte, bir başlangıçtı, iskelede kimse yoktu o anda. Birisi olsaydı da fark etmezdi zaten. İstanbul`da insanlar birbirlerinin kaderlerini değiştirmeye çalışmayacak kadar umursamazlardı. Özlem sonun ne olduğunu bilmediğinden, belli zamana geldiğini fark ettiğinde, köprünün kırık demirlerinin ardından kendini boşluğa bıraktı . Boşluktan sonsuzluğa sonra... Öyle üçüncü sayfa haberleri gibi değildi ölüm. Boşlukta bir beden ölüme değil, kurtulmaya ulaşmıştı sanki. Anlatmak zordu[1] ölümü bile anlayamıyordu insan zaten. Ölüme yakın yaşamı yahut olumlu gitmeyi nasıl anlayabilirdi ki?

Deniz ilk defa seferine yetiştiği trenin 6. sırasındaki, 25. koltuğa oturmuş, aynı trende gideceği insanların sevdiklerine bakıyordu pencereden. Yanına saçı başı dağılmış bir adam, kızıyla beraber oturdu. Kızın kirli suratı güzelliğini gizlemiyordu. Üzerine bu sıcakta hem fazla, hem temiz, hem de büyük bir hırkayı giymişti, ilk defa trene binmenin heyecanıyla babasının kucağında yerini aldı kız .

O anda Özlem, anlamsız bir mavide yok oldu. Deniz trende arkasına yaslanıp kızın yeşiline takılı kaldı, kızın yeşilinde kayboldu. Hiçbir şey tesadüf değildi, seçtiğimiz yollardan ibaretti önümüze çıkan güzel şeyler. Bir mavi, yeşile karışamadan gittikçe boğuldu, İstanbul`un ortalık yerinde. İstasyon şefi, trenin düdüğüyle beraber değiştirdiği şarkıyı mırıldandı içinden. O anda trenin içinde çalan nakarat da aynıydı, Özlem`in genç bedenindeki boşluğa bakan bir kadının kulaklığından gelen nakarat da. Tesadüf mü? Hiçbir şey tesadüf değildi ve tesadüf de yoktu zaten.

24.08.2007 23:53:54

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not