Gecikmiş Sefer-I

Aynı renksiz zamandan gelmişlerdi, biliyorum. Kadın öylece yere oturmuş, dakikaları sayıyordu. Zamanın olmadığını bilmiyordu kadın. Saçları kabullenmemiş bir kızıla oturmuş, elindeki yıldızı döndürüp duruyordu. Terliğinin tabanını tak tak yere vuruyordu kadın, birazdan gelecekti o, biliyordu. Bilmek, bazen nasıl da başa belaydı. Öylece bakıyordu kadın. Bazen durduğu olur dünyanın. Tek bir yaşam, tek bir şarkı olur bazen. Aynı saniyede durur şarkı. Öğle. Sıcağın altında oturmuş, aynı şarkıyı tekrar söylüyordu kadın. Gelecekti elbet, burada ağustosun sonunda, garip bakışların ardında, sokağın ortasında oturması boşuna değildi. Gelecekti. Güzel ne kadar rüya ise, rüyalar da bazen o kadar gerçekti. Dün bir yıldız vardı, penceresinden uzakta, uykusuzken onu yakalayan. Komik gelmişti yıldız, dilek tutmak da komikti zaten. Ancak sabah kalkıp çekmecesinde ,kim bilir, oraya ne zaman koymuştu biri bilinmez ama, gümüşe çalan bir yıldız bulmuştu, biraz eskimiş, ama parıldayan. Tesadüf. Tesadüf kelimesi bile şaşırtırdı insanı. Yıldızı eline alıp çıktığından beri aynı yerde oturuyordu kadın. Kaldırımın solmuş grisinin üzerine hırkasını bırakmış, bekliyordu. Uzak. Gittikçe uzaklaşıyordu dakikalar, en azından kolunu yakan saat öyle diyordu.

Kahverengi. Gittikçe dikleşen çizgilerle birleşmiş gözlüğüyle uzaktan yola doğru yaklaşıyordu adam. Saçları karışmış, gözlerinde dünün uykusuzluğundan kalan yorgunluğu… Elindeki valiz dağınıklığın verdiği özenle toplanmıştı sanki. Üzerinde de eksik bir şey var, toplanmamış bir bavul gibi hayatı: dağınık ve eksik. Gülümsemesi bile dağınıktı adamın. Soldan hafifçe eğilirdi dudağı. Dünyanın güzel olmasının tek nedeni; dağınık olmasaydı. Toplanmışların bir sınav kağıdından farkı yoktu. Adamın gözlükleri biraz sola kaymış, elindeki çantasıyla yola doğru yürüyordu. Gri. Dümdüz bir gri vardı önünde.

Biriyle konuşmuyordu kadın. Fark etmemişti ama adamın geldiğini. Öyle bir yer ve zamandaydı ki tesadüf, istesen gelmez, çağırmasan gelirdi. Yazmayı bilmiyordu kadın, ama uzundur yazıyordu geceleri. Yazmak öyleydi. Garip bir esintiydi sadece. Kadın saatine bakıyordu yine. Uzaktaki yolda fark ediyordu adamı. Adam, yine o çarpık tebessümüyle, çantasını dengesizce taşıyarak yürüyordu, ona yaklaşıp zamandan uzaklaşıyordu sanki. Her şeyin farkındaydı kadın, hiçbir şeyin farkında değildi adam.


Kadınlar kaça ayrılır bilinmez. Eğer böyle bir istatistik yapsaydı insanoğlu, kaldırımın üzerinde oturan kadını hiçbir sınıfa dahil edemezdi. Dışarıda kalmak bile bir yere ait olmaktı aslında. Güneş en korkunç ışınlarını, hiç acımadan kadının açık tenine yolladığından, gözlerinin rengi anlaşılmıyordu kadının. Elaydı gözleri. Alerjik bünyeye sahip her insan gibi o da güneşi değil, geceyi severdi. Aslında neyi sevip sevmediği pek de önemli değildi. Ne geçmiş, ne gelecek vardı. Yaşam sadece şimdilerden oluşan, sonuna –yor eki getirilen fiillere aitti. Şimdinin zamanı ise sevmekti. Sevmek de değil belki, ucunda tanımadığı bir beden, bilmediği bir ad vardı. Adamın gözlerindeki maviye bulanan rengi değil, çarpık tebessümünün suratındaki anlamsızlığını seviyordu kadın. Dağınık valiziyle yürürken, gözlüklerini düzeltmeye çalışmasını seviyordu. Sevmek ayrıntıdaydı zaten. Özlem de bir ayrıntıydı hayatta. Bazen düşünürdü de Özlem, tüm ayrıntılar silinir gider, gittikleri de pek anlaşılmazdı. Özlem gidecekti, eğer fark etmezse, dağınık hayatlı adam onu. Gitmeler zaten, adı Özlem olan bir insan için doğaldı.


Farkında değildi adam kadının. Oysa tam da görüş mesafesine denk geliyordu. Görmek istemediğinde bakmıyordu insan. Tek zamanın farkındaydı adam. Elindeki valizi evden çıkmadan evvel sinirle toplamış, şimdi de gidiyordu. Gitmelerin korkunç yanlarından öte, cesaret sınırlarını taşıyan yanları vardır. Her insan öyle dağınık valiziyle çıkıp gidemez, bu yüzdendir ki belli adresleri vardır insanların. Sınıflandırmaya dahil olmayanların toplandığı boşluktaki insanlar adreslerinden sıkılanlardır. Deniz, adının anlamını hiçbir zaman unutmadığı için sürekli adres değiştiriyordu. Dağınık hayatının taşlarını bir kez daha yerle bir ediyordu. Treni kaçırmamak için hızlıca yürüdüğünden Deniz, Özlem’in kızıl saçlarındaki renk değişimini fark etmemişti. Zaten Özlem diye biri yoktu. Özlem için adını bilmediği, dağınık saçlı, yandan tebessümlü bir Deniz vardı ama.


Deniz, dağınık hayatını taşıdığı valizle Özlem’in oturduğu kaldırımın önünden geçti. Önce fark etmediği, ancak sonradan adımlarını beklediği adam, Özlem’in kaldırımın ortasında neden oturduğunu bile düşünmeden yanından uzaklaştı. Kokuların anlamsız hikayelerini düşünmeyecekti Özlem. Adam bildiği, özlediği gibi kokuyordu. Şarkının aynı nakaratta takılı kalması da tesadüf değildi. Tesadüf diye bir şey yoktu zaten. Yollar vardı, ince çizgilerle ayrılmış, seçilen bir yolun üzerindeydi tesadüf. Özlem bekleyecekti Deniz’i, tüm cesaretiyle yola çıkan Deniz, her gün gittiği kestirme yoldan değil de, Özlem’in oturduğu kaldırımın bulunduğu sokaktan geçecekti, istasyona gitmek için. Hiçbir şey tesadüf değildi yani. Çizginin dışında kalan iki yaşamın, her şeyi bırakarak gitmek için aynı günleri seçmeleri de tesadüf değildi, tesadüf yoktu zaten.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not