Bugün ölsem

Üç hafta sonra öleceksin dediler. Ölmek ne demek ki? Benim hiç tanıdığım biri ölmedi. Hep uzağımdaydı ölenler. Bu yüzden birinin gitmesine alışkın değilim. Hele ki ölecek olmamı nasıl anlayabilirim bilmiyorum. Ama doktor çok yakın arkadaşım. Çok yakın ve çok net. Öleceksin dedi. Bana bakmadı. Kapıyı çarpıp çıktı. Sanki suçlu olan benmişim gibi.
Dedim üç hafta. Sadece gece uyurken yarın işe ne giyeceğimi planladım. Alarmı kurup yattım. Aklımda bir sürü düşünce. Uyudum. Rüyamda aslında gerçek hayatta hiç görmediğim dedemin annesini gördüm yine. Beyazlar içinde. 

Uyandım. Annem uyandırdı demek daha doğru olur herhalde. Evet, otuz yaşındayım ve hâlâ kendim uyanamıyorum. Anneme baktım. Yüzü tertemiz, hiç yalan yok suratında. Ellerinin derisi biraz buruşmuş. "Beş dakika daha anne" demeden uyandım bu sefer. Annem kahvaltı hazırlarken izledim onu. Belki kırk yıldır, her gün aynı saatte kalkıp kahvaltı hazırlıyordu. İçeri girdim. Yüzümü yıkarken ağlamaya başladım. Bana hep böyle olurdu. Bir anda ağlardım. Öleceğim günü düşündüm, sonra annemi. Annem ölmeme dayanamazdı. Hemen sildim aklımdan. Aynaya baktım. Suratım bembeyaz. Hafif bir makyaj yaptım, dışarı çıktım. 


Saat 8'di. Bu sefer koşmuyordum. İlginçtir ki işe tam vaktinde gittim. Bilgisayarımı açıp başladım çalışmaya. Beni kızdıran hiçbir şey olmadı, yaklaşık dört saat, beş saat, altı saat. Yemeğe gittim, yemekte hünkar beğendi var, en sevdiğim yemek. Yemekten gelirken yolda uçan balon satan bir adam gördüm. Rengarenk önümden geçerken çocukluğumu götürüyordu adam. Bana çarptı geçerken. Bir tane aldım, işe döndüm tekrar. Kapıdan içeri girerken bir şarkı duydum, en son iki üç yıl önce dinlediğim, şimdi çok uzaklarda olan bir sevdiğimi hatırlatan. O gittikten sonra hiç dinlememiştim Nantes'i. Masama geçip oturdum. Ilık bir süt içmiştim sanki. İçim rahattı. Açıkcası hayatımda hiç süt içmedim. Ama ılk bir süt bu hissi verir diye düşünüyorum. 

Açıksözlü doktor arkadasıma bir mail attım. Bilgisayarımdaki dosyadan lisede çekildiğimiz bir fotoğrafı buldum: doktor, uzaktaki arkadaşım ve ben, karnelerimiz elimizde, okulun son günü. Aslında bir ilkokul pozu bu. Sadece konu kısmına. Bugün ölmedim. Kaldı yirmi gün yazdım. 

Buluşalım diye aradı. 

Buluştuk. Beni Galata kulesine götürdü, en son üniversiteye giderken gitmiştik. En üst kata çıkıp İstanbul' a baktık. Çok güzel dedim. Rüzgar vardı, en son geldiğimizde de böyleydi. Bana baktı. Umudum yoktu. Epeydir mutlu da değildim. Sarıldı. Ağladı, bırakma beni dedi. İçim garipti. Ölecek olan benim. Sen neden ağlıyorsun dedim. Tarlabaşı'na kadar yürüdük. Hiç konuşmadık yürürken. Ben İstanbul'a en çok bu Tarlabaşı'ndan bakmayı severim. Oturduk basamaklara. Yarın ne yapacaksın dedi? İş güç işte dedim. Öleceksin dedim, sana diye bağırdı. Hiç sesli konuştuğunu duymamıştım doktorun. Etrafımızdaki herkes bize baktı. Hem bağırıp hem ağlıyordu doktor. Hiç profesyonel değilsin dedim. Herkes işini iyi yapmalı. Ben profosyonelim dedim. Senin hayallerine ne oldu, dedi. Sahi onları düşünmeyeli epey olmuştu. En son kendim için yemek yemek veya uyumak dışında ne yapmıştım ki? Hiçbir hayalim yoktu. Bu yüzden şu güzel dünyada sadece yirmi günüm kaldığını bildiğim halde yarın işe gidecektim. Gitmeyeceksin diye bağırdı. Düşündüm. Yetiştirmem gereken ve başkasının yapamayacağı bir sürü iş vardı. Hepsi beynimi doldurdu. Olmaz, dedim. Gitti. Doktor koşmaya başladı. Nereye koştuğunu bilmiyordum. Ben de peşinden koştum. Balıkçıların olduğu iskeleye gelince durdu. Balık ekmek yiyelim mi dedim. İskelenin aşağısında oturup balık ekmek yedik. Sonra hafif bir kızıllık. Hava karardı. Biz ikimiz ayaklarımızı demirlere yaslayıp oturmuşuz, denizin karşısında, sonra doktor ağlamaya başladı, sonra ben. Ağlamak iki kadın arasında geçici, biri ağlarsa; öteki ağlarsa bir diğeri... İki kadın, otuzlarında, en güzel yaşlarında, oturmuşlar taburede. Balıkçı arkadaşına bizi gösterip ne dertleri varsa bu güzellikte, bu yaşta; dedi. Dert yok, ölüyorum sadece dedim içimden. Eve dönerken de hiç konuşmadık.

Eve geldim. Kapıyı annem açtı. Üzerimi değiştirirken tekrar kapı çaldı. Gelen babam, annem kapıyı açtı. "Pınar nerede" diye sordu, her gün sorduğu gibi. İçeride dedi, annem. Babam yirmi gün sonra bu soruyu soramayacaktı. Babam da dayanamazdı. İçeri girdim, yemek yedik, çatalı tutuşlarını, su içerkenki hallerini, televizyon izlerkenki tepkilerini; unutmayayım diye ezberlemeye çalışıyordum. Akşam yatarken sabah ne giyeceğimi düşündüm. Uyumuşum.

Uyandım. İşe gitmeye hazırlandım yine. Ama arabayı sürerken işe gitmediğimi fark ettim. İçimdeki biri işi asmıştı. Telefona baktım, onlarca arama, bir sürü mail. İlk önce sesini kıstım telefonun, sonra tamamen kapadım. Yeğenimin; Çınar'ın okula gittim. Öğretmeninden izin aldım. Mavim, Çınar'ım beni görünce güldü gözleri. Nereye gidiyoruz dedi emniyet kemerini takarken. Bekle ve gör dedim, sol gözümü kırpıp. Ben de bilmiyordum. Hiçbir şey yoktu aklımda. Dümdüz sürüyordum arabayı. Kabataş'a varınca park ettim arabayı. Sonra vapur. Büyükada'ya gittik Çınar ile. Uzun zamandır bir mesleği, başka bir ülkeye gitmeyi ya da başka bir şeyi hayal etmiyordum. Ama yine de nerede ve kiminle mutlu olduğumu unutmamıştım. 

Adayı bisikletle gezdik, yorgunluktan öldüğümüz halde gülüyorduk. Çınarım sevmişti adayı. Oturduk, yemek yemeye başladık. Ölümüm geldi aklıma. Çınar'dan ayrılmaya dayanamazdım. Tuvalete kadar zor dayandım. Kapıdan girer girmez ağlamaya başladım, düşündükçe daha da çok ağlıyordum. Bitti dediğim an kapıya elimi uzattığımda tekrar aklıma geliyor, yeniden ağlıyor, yeniden susuyor, yeniden çıkmaya çalışıyor, yine ağlıyordum. Adadan ayrıldığımızda saat beşe geliyordu. Vapurda martılara simit atarken birinden fotoğrafımızı çekmesini istedim. Çınar'a bu fotoğrafı hep sakla, tamam mı dedim. Kafasını salladı. Çınar dedim, ben ölsem ne yaparsın? Çınar yedi yaşında, küçüldü mavi gözleri, halam sen ölmezsin ki hiç dedi, sarıldı. Evet, Çınar'dan ayrılmaya dayanamazdım. Eve dönerken Çınar'a bugünü kimseye söylememesini söyledim. Canım Çınar'ım kimseye anlatmadı, günlüğüne bile.

Yarın, sonraki gün, bir sonraki gün. İşe hiç gitmedim. İşten bir arkadaşa mesaj attım, çok rahatsız olduğumu ve bir süre gelemeyeceğimi belirten. Kibarlıktan geçmiş olsun diye aradı. Bir de çiçek yollamış eve. Sevimsiz çiçeğini attım çöpe. Anneme de biraz işe geç gideceğimi söyledim. Doktor aradı, karşıda hastasına gitmiş, sen de gel dedi. Normalde pijamamı çıkartıp üşengeçlikten aç olsam bile markete gitmem. Ama hemen hazırlanıp Avrupa yakasından taa Fenerbahçe'ye gittim. Sahilde buluşalım dedi. 

Hafiften yağmur çiseliyordu. Sahile doğru ilerledim. İleride tanıdık ama uzak bir yüz. Onu gördüm altı yıl sonra. Gelmiş, Amerika'daydı. Lisedeki fotoğraftaki üçüncü kişi kıvırcık saçlı, biraz ötede, karşımda. Acaba dedim arkadan benzetiyor muyum, değişmiş midir? Konuşmamışız altı yıldır, dargınız bir sebepten. Yok dedim, o. Ben yaklaşınca doktor ve o kafasını çevirdi. Yine hâlâ aynı gözler. Her şeyi unuttum. Neden gittiğini, neden küstüğümüzü. Sarıldık. Saçları hala aynı. Hala yarım gülümsemesi. 

Oturduk. Altı yıl önceki kaldığımız yerden başladık konuşmaya. Sanki dün görmüşüz gibi sıcak. İnsan sevdiğini hiç atabilir mi içinden? Ben ölüyorum dedim. O da ağladı. Hepimiz ağladık. Sonra silip yüzlerimizi, eskiden olduğu gibi bir fotoğrafımızı çektik. Sustuk. Konuşacak bir şey yoktu. Susarken bile çok şey söylüyorduk artık. Ayrıldık tekrar.

Ölmeye alışıyordum. Ama gidecek olmama alışamıyordum. Arkamdakilere. Odama girdim. Odamın bile beni özleyeceğini düşündüm bir an. Sonra lisede hayallerimi yazdığım kağıtları bulmaya çalıştım. Eski bir defterin arasından çıktı. Az çok bir şeyler yapmıştım, ama artık hayalim kalmamıştı. Hayalim değil. Ama bir şey kalmıştı. Söylenmemiş bir söz.
Gece saat on ikiye geliyordu. Parmaklarımın ucunda çıktım evden. Arabayı onun evine sürdüm. Onun, Altan'ın evine. Zile bastım. Kapıyı açtı. Beni görünce başta korktu, bu saatte onun evinin önünde, hem de tek başıma. Aklından türlü kötü haber geçmesine izin vermeden, bir şey yok, bir yere gidelim mi dedim. Hiçbir şey söylemeden hazırlanıp kapıya çıktı. 

Onu en mutlu olduğum zamana götürdüm. Bir yere, liseyi okuduğum okula, gecenin on ikisinde arka kapıdan sessizce girdik okula. Sınfımın olduğu kata çıkıp oturduk sıraların üzerine. Evet, dedi. Efendim, dedim. Bu saatte, burada, hem de sen buraya getirdin beni. Ben mi sorayım, sen mi anlatırsın dedi. Bazen dedim. İnsan ne zaman gideceğini bilemiyor, ama bazen biliyor. Ben biliyorum, dedim. Burası benim en mutlu olduğum yerdi, artık mutluluğun nasıl bir his olduğunu unuttum. Çünkü önüme ne gelirse onu yaşıyorum. Hayalim yok, yapmak istediğim bir şey de. Yeri gelirse söylüyorum söyleyeceklerimi. Ama bugün değil. Belki bugün hiç zamanı değil, ama seni sevdiğimi söylemem gerek. Dediğim gibi gidiyorum ben. Durdu. Gözleri küçülmüştü. Garip dedi. Sevdiğini söylemen, beni buraya getirmen. Sarıldı, gözleri dolmuştu. Biliyor muydu bilmiyorum, kapıdan çıkarken, ben de seviyorum diye bağırdı. Boş bina yankılandı sesinden. Arkama baktım, içimde kelebekler uçacaktı; ama üzüntüden hepsi yürüyerek kaçtı. Gülümsedim.

Sonra. 

Abim ve eşi geldi... Abim, benim tek kardeşim. Eşi kız kardeşim gibi sevdiğim. Biliyorlardu sanki öleceğimi. Onlar bilirdi hep. Abim bir kahve yapsana dedi. Oturduk. Otuz yıldır abimi hep aynı sevmiştim. Onlar kahvelerini içerken izledim. Ne işin var senin evde diye sordu abim. Yoksa aşık mı oldun, mutlu gibisin, biraz da şaşkın. Güldüm, evet dedim, sonra ağlamaya başladım. Otuz yaşındayım. Abime vedalar hariç hiç sarılmadım. Ona ardından eşine doya doya sarıldım. Abim deli misin kızım sen dedi. Ölmek istemiyordum.

Akşam. 

Sabah.

Akşam.

Ölümüme alışsınlar diye tüm sevdiklerimle son bir kare bıraktım kendimden. Hepsine beni hatırlasınlar diye farklı bir cümle kurdum. Ben yazarım ve bu hikaye benim. Beni unutmasınlar istedim. Ama ölümü bekleyemedim.
Bir akşam.
Odamın kapısını kapatıp kimse yokken hapları mideme indirdim. Sonra. Başta bir aydınlık. Herkes geçti önümden. Annem, babam, abim, abimin eşi Çınarım, Altan, doktor, kıvırcık saçlım, herkes. Sonra karanlık. Ben öldüm.

Yorumlar

  1. ben balık yemem ki - kendi iradem dahilinde- :)) o yüzden kurguyu kabul etmiyorum:)) çok güzel anlatmışsın duyguları... ama bu tarz konuda gerçek hayattan seçme kahramanları ya:))
    M.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not