Beş Derece Sessizlik


“Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.”

 

Mevlâna

 

 

 

Üşümeyi hiç sevmem. Beş derece soğukta dışarıda beklemek zorunda olduğum için girmiştim Cağaloğlu yokuşunun hemen aşağısındaki kırtasiyeye. Kapısını açarken buraya en son girdiğim günü hatırladım. Dün gibi. Okuldan kaçmayı alışkanlık haline getirmemiş arkadaşım Mehlika ve ben birini takip ederken gizlenmek için girmiştik buraya. Kimi ve neden takip ettiğimiz gibi sorular bende kalsın. Hem bu hikâyeden epey uzak bir konu, hem de otuz beşine yaklaşmış insanların yirmi yıl (O günden bu yana yirmi yıl geçmiş olması ve bugün bile o anı bu kadar net hatırlamam, şimdiki bunak hafızamı düşününce beni korkutuyor. Neyse ki konumuz bu hiç değil.) önceki saçmalıklarını buraya yazmanın hiç anlamı yok. Önemli bir görüşmem var ve yıllardır hiç geçmeyen tez canlılığımla bir saat önce gelmişim. Her şey değişti yıllarca. Upuzun saçlarımı kısa kestirdim, tırnaklarımı yemeyi bıraktım, gereksiz her nesneyi ve insanı hayatımda tutmama planlarıma az çok uymayı başardım, ama bir türlü sabrı öğrenip tez canlılığımdan vazgeçemedim. İki seçenek vardı. Ya dışarıda donarak beklemek ya da kırtasiyede yıllarca tükenmeyen kırtasiye sevdamla süresiz vakit geçirmek. Soğuk beni ağlatır, öyle sevmem. Hem kırtasiye büyük, kimse de peşinden takip etmiyor. Bu çekingen insanlara yapılmış büyük bir lütuf. Çok uzattım biliyorum. Çünkü nasıl anlatırım bilmiyorum. Belki önce bir kahve yapmam gerek.

 

Günde üç fincandan fazla kahvenin uykusuzluğa sebep olduğunu, hatta beyni etkilediğini yazmış bir beyin cerrahı. Uykusuzluğumun sebebi sabah uykusunu gece uykusuna tercih etmem olduğundan dörde kadar kahveye izin veriyorum kendime. Ama dört sınırım. Diğer her şeyde olduğu gibi. Büyük söz söylemeyi aslında sevmem, ama bu yazıda buraya uydu, hem de hikâyeye de uygun (Sizce de öyle değil mi?). Büyük söz söylemekten daha çok korkarım, kesin çizgilerim yok beynimde. Kızdığım insanları affedebilirim, yapmam dediğim şeyi yapabilirim, yemem dediğim şeyi yiyebilirim (maydanoz dışında), gitmem dediğim yere gidebilirim, her şey şartlar dahilinde. Aslında her insan gibi zamanla değişip belli renklere bürünebilirim. Bazen hayatımdan tamamen çıkartmam gereken insanı hâlâ baş köşelerde oturtabilirim ya da bana verdiği büyük zarara karşın sessizce oturup sadece susup tek başına kalınca da usulca ağlayabilirim. Öncesinde bunu kişiliksiz olduğuma yorardım. Çünkü büyük konuşabilen, şu davranışa şöyle yaparım, şöyle konuşmam diyenlerin dediklerinin doğru söylediğine inanıyordum. Bu kadar düz de yalan söylenmezdi ya. İnsan bu her şeyi belirli sınırlar dahilinde yapabilirdi, hem de bunun için karaktersiz falan da olmasına gerek yoktu.

 

Kırtasiyede gezinirken geçmeli kalemlere rastladım. Bu kalemler sanırım ben ilkokula giderken vardı ve pahalıydı (belki değildi, öyle hatırlıyorum). Rengarenk, kurşun kalem gibi ucu olan bir kalem. Belki siz de hatırlarsınız, yeni uç takılmaz, bir tanesi kaybolsa, hiçbir şekilde yazamazsın. Bir de bu sisteme benzer silgisi vardı. Bu ikisi benim kalem kutumun en değerli ikilisiydi. Kalemleri, defterleri ve bir köşeye çekilip uzaklara götüren bir şarkıyla yazmayı severdim, dün de bugün de. Hatta şarkı olmasına bile gerek yoktu, yalnız ya da kalabalığın içinde kendimi fazla hissettiğim bir an yeterliydi. Yazmayı severdim. Çünkü insanların yaptıkları kötülüklere verebilecekler hazır cevaplarım yoktu. Bazen vardı. Ama söyleyemezdim. Belki kırılırlar diye. Benim tüm hücrelerimi kırdıklarını bildiğim halde konuşmazdım. Zamanla bunu çocukluk travmalarımdan dedim. Sessiz kal, sen bir şey söyleme diye diye yetiştirilen bir insan nasıl olur da hadsizliğe tepki verebilirdi ki. Bu yüzden sadece yazmak geliyordu içimden. Bu rengarenk kalem beni başka bir ana götürdü: kalemin bir ucunu bilerek kıran ve bir parçasını yine isteyerek kaybeden arkadaşımın (?) gözlerimin içine bakarak söylediği yalana, “istemeden oldu”. Bu istemeden oldu, bilmeden yaptım diyenlerin yalanlarına kaç yıl boyunca inandım bilmiyorum. Bildiğim tek şey var, bir daha kullanılmayacak olan kalemim için dolan gözlerim ve yenisini ailemden tekrar istemeyecek saçma gururum ya da sessizliğim, siz ne derseniz adına. Belki anlarlar diye ne kadar sevdiğimi, sürekli kalemden bahsedip yeniden almalarını beklemem ve almamaları. On yaşından beri bıkmadan beklediğim bir şey. Bu kadar sabırsız birinin beklemeyi bu denli başarabilmesi sizi şaşırtıyor olmalı. Şaşırtmasın. Neoklasik iktisadın insanı rasyonel varsaymasını aldırmayın, bu tez çürütüleli çok zaman oldu. 

 

Bir kalemden nereye geldim yine. Çünkü yine dertliyim. Çünkü yapılanlar karşısında söyleyeceklerimi yine söyleyemedim. Yazıyorum. Yazmak iyi geliyor. Öncesinde “Bana böyle davranana şöyle davranırım, sınırlarımı çizerim. Senin tepkin yok insanlara, iyiye de kötüye de aynı davranıyorsun, sevdiğin de sevmediğin de belli olmuyor” diyen yakınımın (?) beni bir nevi karaktersiz sayan söylemine üzülmüştüm. Ama bugün masada oturmuş ikinci kahvemi içerken üzüntümün ne denli yersiz olduğunu görüyorum. On yaşındaki yaşıtımın (ikinci kez arkadaş kelimesini kullanmak istemiyorum, haksız yere) yaptığı gibi düşüncesizce defalara kırabiliyorken beni ve diğer kendini bilmez insanları gereksiz yere affedip, o kesin çizgilerini yumuşatmak bir kenara tamamen silebiliyorsa büyük sözlerini unutup umarsızca konuşabiliyorsa karşıma geçip, ben de silebilirim. Ya da duymayabilirim. Ama her şeyi. Cağaloğlu’ndaki kırtasiyeye ilk gittiğimde yanımda olan arkadaşımın dediği gibi. “Onun dediği iyiyi de kötüyü de duyma, dinler gibi yap unut gitsin” 

 

İnsan gerçekten ilginç bir varlık. Olmadık şeyleri dert edinebiliyor. Değer verdiği, kalbinde yer açtığı insanlardan bir boş oda istiyor. Yalan ya da boş söz değil, sadece içinden gelen bir kelime ya da bir gülümseme istiyor. Ama tüm kapılar kapanınca tek çare kalıyor bana. Kalbi ve sözü bir olmayan sözde yanımda olanları arkamdaki kapıda bırakıp sürgüyü çekmek. Öyle ki bu kafamda çok net. Sevdiklerime kolayca çıkaramam aslında. Çünkü bir fil hafızası olur olmadık güzel anları getirir önüme. Ama nefretin bile bir duygusu vardır. Hissinin rengini anlayamadığım insanların burada durmasına artık gerek yok. Ve artık üzülmüyorum. Duymuyorum. Kalemin bir parçasını kaybedeni bıraktığım gibi bu yakınımı da çemberin dışında bırakıyorum artık. Çünkü gerçekten söylediğin kelimenin kalbindekiyle ilgisi yoksa ve beni güzelliğe değil de değersizliğe sürüklüyorsa ne gerek var daha fazla durmasına?

 

O soğuk gün kalem öylece elimdeyken omzuma bir el dokundu. Kafamı çevirdim. 

-Pınar!

-Mehlika!

 

Birbirimize bakıp gülümseyerek sarıldık. Yıllardır görüşmüyorduk romantizmiyle burada karşılaştık demeyeceğim. Buraya yakın yerde çalışan arkadaşıma haber vermiştim. O da beni yıllar önce beraber girdiğimiz kırtasiyede rengarenk kalemle düşlere dalmışken yakalamıştı yalnızca. Ama şaşırmıştı. Neden şaşırsın ki? Nasıl gözlerimden bir şeyi sevip sevmediğimi, kızaran yüz ifademden sinirimi anlıyorsa; bu ufak sessiz kaçışlarıma da şaşırmazdı. 

“Baksana, bu kalemleri yıllardır görmüyordum. Ne güzel değil mi?”

“Bilge’ye mi alıyorsun” diye sordu (Bilge üç yaşındaki kızım).

“Sence?” 

İkimiz de güldük. “Belki Bilge de kullanır” dedim.

Kasaya gidip beni başka bir zamana götüren kalemi kimseden beklemeden dört tane aldım. Belki kırılır, kaybolur diye. Dedim ya, dört sınırımdır. 

Sonra Cağaloğlu’nun dik yokuşundan çıkıp Çemberlitaş’a doğru ilerledik. Benim görüşmeme yirmi sekiz dakika kalmıştı. 

“Bir kahve içelim, ne dersin?”

Gülümsedi. 

“Bir kahve ısıttı buz gibi soğuğu.

Bir nasılsın, çözdü buzları.

Kalpten çıkmayan sözlerse kapadı tüm kapıları”

“İyi ki varsın Mehlika. Kalbin, sözlerin ve hatta sessizliğin de aynı seste olduğu için iyi ki varsın”. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not