Salıncak

Hangi kelime eksik kaldı bilinmez, ama cümlem bir hiçi anlatmaya meraklı başladı konuşmaya. Kaçan yoktu elbet, duvarın dibinde oturmuş, kahverengi bir zamanı bekliyordum. Yaramaz bir çocuğun koyu pembe kaleminden çıkmış çizgileri, duvarın buraya ait olmadığının ispatıydı. Duvar oradaydı, ben de içinde, ya da dışında 
bilinmez.



Arası.



Yanımda bir salıncak. Önümde bir çocuk. Kaçmalı mı, beklemeli mi diye düşünmeye dalmışken gözüme takılıyor, çocuğun yanlış bağlanmış ayakkabıları. Küçükken terlikleri ters giyerek başlar insan isyan etmeye aslında. Kalın çerçeveli gözlüklerimi burnuma doğru itip konuşmak istiyorum onunla. Saçları kızıl çocuğun. Bir oyuncu edasıyla süzülüp salıncağa doğru ilerliyor çocuk. Salıncak kırmızı olmalı ya da yeşil. Hatırlamıyorum.


Yaşlı adam elindeki testiden yavaşça döküyor suyu, pencere kenarındaki çiçeklerine. 


Çiçekler ılık bir Türk filmi havasında; menekşe mor, sardunya sarı. Koyulaşıyor renkler 
ihtiyarın gözünde. Ağır aksak yaklaşıyor karısı arkasından. Perdenin islenmiş kısmına gözü takılıyor kadının, elinde ufaktan bir bez, titiz olmalı kadın. Balkonun penceresinden aşağı takılıyor bakışları adam ve kadının. Sokak sessiz.




Ürkek bir yazar son yazısını yine kendi ismi olmayan bir isimle gazeteye hazırlarken, arkada eskilerden kalma bir şarkı çalıyor. “I follow the Moskva” diye başladığında şarkı, arkasına dönüyor adam, belki bir plak, belki biraz toz, yaşlanıyor ancak zaman. Masanın üstündeki şampanya kadehine bakıp devam ediyor yazmaya. İçkinin yasak olduğu bünyelere bir görüntü bile yetebiliyor bazen. Sandalyesinde rahatsızca oturup devam ediyor yazmaya, bitirmeli, yarına yetişmeli ‘son’. Köşesinde bir veda hazırlıyor okuyucularına. Karanlık çöküyor pencerenin ardındaki sokağa. Bugün de geceliyor ismi saklı yazarın düşünceleri.


 

Ortalıkta bir duvar. Beyazdan, üstünde bilinmedik duraklar. Bu sokak hangi kaçmazları taşımıştır ki bunca yıldır? Cümleler devrik ve ağır. Anlatınca hikayesini kahverengi zamanın, biraz susmak gerekir ardından.



-Kestaneleri kışın sobanın üstüne koyup ısıtırdık.
-Ben de battaniyemi alıp otururdum sobanın önüne.
-Şimdi kestane yiyemeyiz mi dede?
-Neden çocuk, yeriz tabii.
-Sobamız yok bizim ama.



Yarın. Saçlarından tutup çekti çocuk onu. “Tek kalan çocuklar, dayak yemeye daha okul sıralarında alışmalıdır”ı uyguluyordu arkadaşı. Hata yoktu. Yavaşça seken adımlarıyla eve dönerken, pamuk şeker hayallerini yanından geçtiği parkta bırakıyor çocuk. Saçları kızıl. Eve vardığında çantasını hızla bırakıp yere, dedesinin yanına koşuyor çocuk. Şikayet mi, büyük olmak susmakla başlar. Yaşlı adam çocuğun geldiğini gördüğünde, yavaşça gözlüklerini indirip gülümsüyor torununa. Çocuğa yanındaki sehpanın üzerindeki tabaktan bir kestane uzatıyor.



-Kestane bu çocuk.
-Duvar olmaya karar verdim dede.

Ak saçlı adam şaşkınlıkla çeviriyor suratını. Kestaneyi küçük elleri arasına almış çocuk sessiz. Neden duvar diye sormamalı, gözlerini kırpıyor çocuk, biraz hüzünlü sanki.

-Peki ne renk olacak bu duvar, çocuğum?
-Parkın çevresindeki alçak duvar, hani salıncağın karşısında olan, onun gibi bir duvar olmak istiyorum.


 Kadın, elinde tepsiyle salona girdiğinde, dedeyle toruna bakıp gülümsüyor. Yaşlanmış olmalı elleri. Bir tabakta çorba var, büyümeli çocuk. Sonra.

-Duvarlar beyaz olur değil mi dede? Ama ben mavi de olabilirim. Ben yazar olmayacağım ama babam gibi.


Gözlüklerini sehpaya bırakıp hüzünle çocuğa bakıyor ihtiyar. Torunun izlerinde oğlunu buluyor. Yavaşça çekiyor içindeki boşluğa kendini. Susuyor. Bazen büyükler konuşmaz, konuşamaz aslında.

-Çocuk kestane yiyelim biz, sen de duvar ol.
İhtiyar yaramaz bir bakışla gülümsüyor torununa. Çocuk baba’sını gömüyor çıkardığı yere, dedesine yeni çıkmış dişleriyle gülüp, kestaneyi ağzına atıyor ardından.




Öncesi




Çok da yok gecenin bitmesine. Saat zaman olup geçince öyle arsızca, hiçbir şey anlamaz yaşamdan zaten insan. Önündeki fotoğrafta bir bebek; yasağın ilk ispatını verdiğinden habersiz. Biri beyaza sığınmış gelin, biri siyahlara bürünmüş damat. Yüzükleri iki yıl öncesinden değil, bir gün öncesinden takılma. Ve altın değil. Adam mutlu, gelin renkli, bebek masum. Yazar fotoğrafı ters çevirip devam ediyor yazmaya. Fotoğraftaki adam değil artık o. Zaten beyazlardaki kadın da, orada o duvarın çok gerisinde. Bebek büyümeye çalışan bir çocuk şimdi dedesinin yanında.




“Bazen ölmeye her şey bitmişken başlarız. Arkamızda bırakacakları düşünmeden değil, hatırlayarak gireriz ölümün içine. Şimdi burada arkama yaslanmış düşünürken ölümü, ne kadar sahte ve basit yaşamak. Gitmek için nedenim yok. Belki kalabilirim. Ama gitmeliyim.” deyip bitiriyor köşesindeki son yazısını yazar. Altına kalın harflerle ismini yazıyor ardından gerçek olanı. Gazeteye yolladıktan sonra yazısını, kapıyı kapatıp karanlığa alışmaya çalışıyor. Oysa ne kadar uzaktır siyahlar ona. Elini istemsiz yahut istemli masaya uzatıp, beynine dayıyor tabancayı. Ölmek. Tek. Ses.


 

Arkamda sokak. Havaya kaldırıp ellerimi, bir bulut çiziyorum. Bulut yok. Önümde duvar. Beyazdan rengini kaybetmiş, yaramaz ellerle kirlenmiş alçaktan bir duvar. Bir bankın üstünde oturuyorum. Karşımda salıncak. Kırmızı. Çocuğun salıncağa dokunuyor kestane tutmayan eli.




Duvarın diğer yanına geçmeli mi çocuk,
kırmızıda unutmalı mı salıncağı,
büyümeli mi tez elden?




29.09.2007 17:16:22

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not