Papatyalara bahar gelmiş.

İnsanların isimlerini unutuyorum. Yaşlandığımdan ya da hafıza kaybı yaşadığımdan değil. Yüzler, telefon numaraları, ne yaşadığımız, nerede karşılaştığımız, hangi yüz ifadesiyle konuştuğumuz, tartıştığımız, ya da güldüğümüzle ilgili her detay aklımda, ama isimler yok. Her gün bir sürü insanla konuşup bir sürü insana gülümseyip bir sürü manyağın neden manyak olduğunu düşünüp duruyorum. Ama isimlerini duyduğum an unutuyorum. Bu iş beni böyle yaptı. Artık isim hafızam yok. Kimi vakit de günleri unutuyorum. Her gün bilgisayarıma bakıp bugün cuma, bugün çarşamba diye teyit ediyorum kendimi, ardından telefonumun takvimine bakıyorum. Bugün sevdiğim birinin doğumgünü var mı ya da doktor muayenem ya da bir düğün. İşimiz basit. Çalışıyorsan ve çalışmak istiyorsan ya da bir şekilde işini yaptırmak istiyorsan; yüzün sabit bir yalancı gülümsemede asılı, konuşman belli bir kıvamda akıcı ve yüksek tonda kalacak. Yoksa çalışmak her geçen gün daha zor. İş için yalan söylemek, iş için koşturmak, iş için dünyada yapmayacağın en son işi yapmak ve en kötüsü iş için en sevdiğin insanı daha az görmek.

Bugün işi astım. Saat iki, ben dedim gidiyorum, herkes şaşkın. Kimsenin karıştığı da yok. Ama şaşkınlar; hayırdır dercesine bakışlar, ama kimse soramıyor. Patronum ya halihazırda. En azından soru yok. Sıkıntı, stres, sorumluluk bol ama. 

Tükkanın yanındaki bakkal dondurma dolabını dışarı çıkartmış. Bahar gelmiş. Yazın geldiğini erik çıkınca anlar kimileri. Ben de baharın geldiğini dondurma dolaplarını dışarıda gördüğümde anlarım. Yanımızdaki bakkala selam verdim (ismini gerçekten hatırlamıyorum). Yüzümde hafif bir tebessüm. Bahar gelmiş. Bundan tam dört yıl önce olduğu gibi. Bahar gelmiş. Papatyalar da açmış olmalı diye geçirdim içimden. Beyaz, sarı. 

Arabada o şarkıyı açtım. "First time ever I have seen"'i, en son ne zaman dinledim bilmiyorum. Eve vardığımda camları açıp havalandırdım başta. Sonra en sevdiğin yemeği yaptım. Sofrayı kurdum. Gelmene üç saat vardı daha. Müziği açtım, en sevdiğin elbisemi giydim. Saçlarımı taradım. Aynanın önündeki dört yıl önceki halimi gördüm. Dört yıl önceki gülümsemi, dört yıl önceki sana bakışımı. Aynı. Gözlerim hala parlak, gözlerin hala küçük. Yanındaki başka bir fotoğrafa, İspanya'dayız; hangi gün hatırlamıyorum, günün doğuşunu izliyoruz. Saçlarım kısa. Başka bir yer, ayaklarımızda sandalet, egedeyiz, koşuyoruz, gülüyoruz. Saçlarım uzun. Gözlüklerin hafifçe eğilmiş bir fotoğrafta, büyükadadayız. Dört yıl önce bugün Büyükada'dayız, Vapurda. Bana evlenme teklifi ettiğin yerdeyiz. Kalbim çarpıyor.

Günlüğümü arıyorum. Sen gelene kadar yazdıklarını okuyorum.

Sevdiğin şarkıyı açtım. Sen geldin. Dört yıl öncesindeki gibi gülüyor gözlerin. Yorgunsun, belki sinirlenmiş. Ama dört yıl öncesi gibi sarılıyorsun. Bu yorgunlukta hatırlayacağını sanmıyorum. Bir kadın tribi yapmayacağımı ama yine de üzüleceğimi biliyorsun. Ellerinde papatya, unutmamışsın. Sarılıyorum sana. Bırakamıyorum. Korkuyorum bu kadar sevmekten, birinin sevgimizi hissedip nazar değdirmesinden. İstediğim filmi almışsın, izliyoruz beraber. Sabah oluyor. Uyukalmışım omzunda. Yine benden önce uyanmışsın, yatakta gözlerin bana bakıyor, beni izliyor. Gülümsüyorum. Gözlerinin güldüğünü görebiliyorum. Ben sana aşığım insanım, dört yıldan beri hem de. Bu yazıyı herkes okuyacak belki, ama bir tek sen anlayabileceksin, seni çok seviyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

Sınırların ötesinde saçmalamak

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not