On yedilerinde aşk-Bahar

Yani aşk sadece on yedilerinde mi? Nasıl seveceğini bilmediğin, nasıl kırılacağını göremediğin yaşlarda. Belki de belirsizliğin dibinde. Yüzünün bile henüz oturmadığı güzellikte, utancında kızardığın, korktuğunda kaçtığın, ama ısrarla beklediğin ve belki de en çok güvendiğin yaşta aşk. İlk ne zaman âşık oldum hatırlamıyorum. Aşk neydi tam olarak bilmiyorum. Çok eskiden ilkokul birde bir arkadaşımız vardı -sonra ayrılmıştı bizim sınıftan- tüm kızlar onu seviyordu. Ben sevmek ne demek bilmiyordum. Ama belli belirsiz bir anı, derste gereken bir eşyayı benden istediğinde hoşuma gitmişti -sebepsiz-. Çocukluk. 

Çok sonra on altıda tanışştım onunla, Atilla ile. Aslında o benimle tanışştı. Hiç görmemiştim onu. Gelmese fark eder miydim onu bilmiyorum. Çubuk kraker yiyordu, siz de almaz mıydınız dedi, arkadaşımla otururken. Ben geç başlamıştım okula. Tatilden yeni dönmüştük. Çubuk krakerden bir tane alıp gülmüştü arkadaşım, tanışmaya gelmesine. Senden hoşlandı demişti. Yok deyip geçmiştim. Zaten lisedeydik. 

Sonra bahçede, kantinde, bazen kütüphanede, bazen rehberlikte tesadüfen karşılaşır olduk. Bazen beraber basketbol oynardık. Dinlenirken bankta hep yanıma otururdu. Bazen yüksekten atlarken elimden tutar, bazen serviste bana yer tutar ve derste yanımda otururdu, sıra arkadaşım yokken. Sonraları sıra arkadaşım onun sırasına oturdu, dayanamadı yanıma oturmasına her daim. Geometri ve fizik dersinde iyiydi, ben edebiyat ve matematik. Bazen sıranın üzerinde uyuklardık. 

Bazen çok erken gelirdik sınıfa. İkimize de birer poğaça ve meyve suyu alırdı. Masanın üstüne oturup ayaklarımızı sarkıtıp denizi izleyerek yerdik poğaçamızı. Fantastik kitaplardan başlar, Snoopy’e geçer, Zihni Sinir’de düşünüp, güler, sonra hızlıca bahçeye koşardık. Arka bahçeden yavaşça yürürdük. Tek sıra düşmeden. Aslında orası öğretmenlerden gizli sigara içenlerin yeriydi. Çoğu kişi orada içerdi ilk sigarasını. Biz içmezdik. Oradan yürürken botlarımız çamur olurdu. Bahçede tavukların yanından geçer okulun asabi kedisine selam verirdik. 

Ders başlardı. Erken gelmek sabahları güzel olurdu. Bazı teneffüslerde müzik sınıfında gitar çalardı Atilla, ben de şarkı söylerdim. Saçlarım uzundu. Bazen yazdığım şiirleri bestelemeye çalışırdı. Bazen kendimizi unutur, derse geç kalırdık. Bazen çok geç kalırdık birbirimize. Benim yanımda oturmadığı vakitlerde -bazen müzik dersinde- kafamı çevirdiğimde göz göze gelirdik. Yalnızca göz kırpardı. Arkamda oturursa sıranın arkasından saçlarımı oynardı. Hep kalemini döndürürdü derslerde. Zil çaldığında omzuma dokunurdu, haydi derdi, kalk. Öncesinde, yani ne yapıyordum unutmuştum. O da unutmuştu belki… Eski sıra arkadaşım siz beraberken sanki başkaları “başka yerde” derdi. Bize hiç kızmazdı ama. Belki en başında düşündüğü için bizi -aşkı-. 

Yine teneffüslerden birinde yangın merdivenin oradan geçip arka bahçede yürüyüp, oturduk sonrasında. Hayaller, tatiller, belki yurtdışına gitsek neler yaparız diye düşünürken bulduk kendimizi. Öğle arasıydı. Hiç sigara içen yoktu o gün, yemek arası biz de birer tost ve gazoz alıp oturmuştuk banka. 

-Peki sen gelir misin benimle İtalya’ya?

-Nasıl? Tek mi? 

-Hayır! Sen ve ben yani.

Güldüm. 

-Güldüğün zaman sol yanağında gamzen belli oluyor.

-Ya Atilla! Biz nasıl gidelim, kim izin verir bize?

-Verseler gider miyiz peki?

Yanaklarım yandı, biliyorum yine utanmıştım. Belki biraz kırmızı. Biraz da üşümüştüm. Gülümsedi.

-Gel ellerini ısıtayım. 

Ellerimi uzattım. Elime üfleyerek, biraz dokunarak ısıttı. Sıcacıktı elleri.

-O zaman bugün sinemaya gidelim. Sinemaya da gidebiliriz yani değil mi? Ona izin var değil mi?

-Tamam, tamam.

Son ders Edebiyattı. Hoca yerimizi değiştirmişti, biraz fazla konuşmuş olabiliriz. Ders bitince çantamı alıp sıradan, haydi dedi. Arkadaşım nereye gidiyorsunuz diye sordu, sinemaya dedim, böylece dört arkadaş gittik sinemaya. Otobüs durağına yürüdük. Biz önden diğer arkadaşla yürüyorduk. Arkadan sarılıp beni öne doğru aldı, sevgili değildik. Arkadaştık. Öyle sanıyorduk ya da. Otobüs durağına geldik. Otobüsün gelmesine yirmi dakika vardı. Diğer arkadaşlardan biri komünist yürüyüşlerden falan bir şeylerden bahsediyordu. Dersin üstüne hiç çekilmeyen konulardan. Ben dinler gibi yapıyordum, Atilla onunla konuşuyordu. Ayça konuşurken, Atilla bana baktı.

şüyor musun?

-Biraz, şimdi gelir otobüs.

Ellerime dokundu, buz gibiydi. Ellerimi kendi ısıtmaya çalıştı. Onlar konuşmaya devam etti. Ellerim ısınmıştı, ama bir şey demiyordum. 

Otobüs geldi. Mecbur bıraktık ellerimizi. Hep beraber bindik otobüse. Ayça ve Ilgın boş olan yere oturdular, biz ayakta hemen koltuğun arka kısmında duruyorduk. Atilla gözlerimin içine baktı. Ellerime dokundu tekrar. 

-Yine buz gibisin.

Ellerimi avuçları içine aldı, otobüsün daha kırk dakikası vardı. Ellerime üfledi, sonra ısıtmaya çalıştı, sonra bir yerde parmaklarını parmaklarıma kenetledi, sevgili gibi. Ellerini öyle cebine soktu. Koskoca montun cebine. Ayça ile göz göze geldik. Gülümsedi. Kızarmıştım. Atilla bana baktı. Elimi çıkarmadı. Durağa geldik. İndiğimizde de şapkamı kapatmak için eğildi, enseme üfledi, “Seni seviyorum.” dedi kulağıma usulca. Elimi bırakmadı ama. Montun cebinde elim öylece yürüdük sinemaya doğru. Sinemaya geldik, Issız Adam filmi vardı. Dört bilet aldık, birer kahve içtik. Oturduk karşı karşıya. Atilla sandalyemi ayağıyla kendine doğru çekip “Peki, sen?” dedi. Atilla’ya bakarken gözlerimi kaçırdım. Hadi ben tuvalete gidiyorum deyip kalktı. Ayça ve Ilgın gülümsedi. Anlat, dediler. Anlatacak bir şey yok dedim. Utanıyordum. Daha önce kimseye âşık olmamıştım. Bu aşksa eğer ya da sevgi, içimdeki ne olduğunu biliyordu belki. Hadi saat geliyor kalkın dedim, kızlar sinemada bir ön koltuğa oturdular. Sinema boştu. Işıklar kapandı. Yan yana oturduk Atilla ile. Koltukta elimi tuttu Atilla, yavaşça kulağıma eğilip, “Hiç bırakmayacağım.” dedi. Yanaklarım kızardı. Diğer eliyle yanağıma okşayıp ufacık öptü yanağımdan. Gözlerimi kapadım. “Sımsıcaksın Bahar.” dedi. Konuşamadım. Öylece filmi izledik. Kızlar önümüzde bizi duydular mı bilmiyorum. Film zaten çok güzeldi. Biz de Taksim’deydik, her şey gerçek gibiydi. Arada dışarı çıktık, elimi bırakmadı Atilla. Bir patlamış mısır alıp döndük. Kızlar bize baktı gülümsediler. Ayça göz kırptı bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Salona geçtik. Tekrar kapandı ışıklar, kollarını omzuma doladı Atilla, göğsüne yaslandım ben de. Öyle sıcak, belki uyurdum. Yüzüme dokundu. Eli yüzümde, kalbi kulağımda filmi izledik. Film bitti, sonu belki de istediğimiz gibi değildi, belki kavuşsunlar isterdik. Leblon’un önünden geçtik hep beraber. Ama oturmadık, eve dönüş zamanı gelmişti. Kızlarla ayrıldık. Yakın oturuyorduk Atilla ile. Hadi teleferiğin oradan dönelim, dedi. Maçka parkına kadar yürüdük. Teleferiğe bindik. Son saatleriydi kimse yoktu. Öne oturduk. İkimiz de yan yanaydık. Elimi bırakmadı. Denize baktım, boynuma sarıldı. 

“Seni öpebilir miyim?”

ğsüne yaslandım. Yanaklarım al. Teleferik durağa yaklaştı. Çekindim, bilemedim. 

Çantamı aldı teleferikte, beni tuttu, hadi yürüyelim biraz aşağı dedi. İtü’yü solumuza alıp Akaretler’e kadar yürüdük. Oradan sağa dönüp Kabataş tramvayına. Yolda konuştuk, güldük, bazen sarıldık. Sen yokken seni çok özlüyorum, dedi. 

-Ben sana âşık oldum, Bahar. 

Dolmabahçe’yi geçtik. Yere düşen yapraklara basarak, bazen koşarak, bazen susarak, bazen konuşarak. Tramvaya geldik, hızlıca yetiştik, yan yana oturduk, kulaklığının birini benim kulağıma taktı birini, birini kendine, elimi bırakmadan belki elli, belki altmış dakika böylece gittik. Sonra beni eve bıraktı, onun bir durak önceydi aslında, sonra geri döndü. Eve girdim. Acaba annem anlamış mıydı? Sanki yanaklarım hala kırmızıydı, sanki yanağımda hala dudakları vardı, elimde sıcacık eli, boynumda kolları. Böyle düşünerek uyumuşum. Sabah telefonumda bir mesaj: 

-Günaydın prenses!

Hazırlandım, servis geldi, bindim. Atilla yana kaydı, günaydın diyerek. 

-Günaydın.

Omzuma dayadı kafasını okula kadar uyudu sonra. Zaman zaman olurdu bu. Öncesinde de. Bazen ben, bazen o. Okula yaklaşğımızda uyandı.

-Günaydın Atilla.

-Günaydın aşkım.

Ağzını kapadım. Neyse ki kimse duymadı. Biz sevgili miydik neydik bilmiyorum. Aşkı bırakın ben sevgili nasıl olunur onu bile bilmiyordum. Dersin başlamasına henüz kırk dakika vardı. Sınıfa gittik çantalarımızı bıraktık. Sınıf yine bomboştu. Bizim servis uzak mesafeden geldiği için en önce gelirdi. -Hadi kalk!

Bu sefer tost ve çay aldık kantinden -benim anca yarısını bitirebileceğim-.

-Serviste neden öyle diyorsun?

-Ne diyorum?

-Anladın işte Atilla!

-Söyle bakalım anlamadım.

-Atilla!

-Peki aşkım bir daha söylemem.

Bir yandan tostu yiyorduk, çay içiyorduk. Üzerine biraz çaydan püskürtüm. Güldük. Tostun kırıntıları üzerimize, saçlarıma, dudağıma yapışştı. Dudaklarıma dokundu Atilla. Ufak yapışan bir parçayı kendisi yedi. Güldüm. 

-Yine kıpkırmızı oldun.

Yüzümü ellerimle kapadım. 

-Dur kapama Bahar. 

Çayları ve tostları masaya doğru koydu. Beni kendine biraz daha çekti.

-Peki şimdi?

Belimden biraz daha yaklaştırdı. Elini yüzümde saçlarımda gezdirdi. Kulağına yaklaştım.

-Tamam. 

Nasıl tamam dedim bilmiyorum. Biri gelebilirdi, bir nöbetçi öğretmen ya da başka bir sınıftan birileri. Dudaklarını dudaklarıma dokundurdu. O da heyecanlıydı. Sımsıcaktı. Dudaklarının tadı vardı. Belki bir dakika öptü beni. Kendimi çektim.

-Atilla kalkalım, hadi.

Sonra sarılıp alnımdan öptü. Elimi tuttu, elimden öptü. En son yanaklarımı öpüp bıraktı. Yiyeceklerimizi toparlayıp sınıfa gittik. Yan yana oturduk. Ders esnasında onu düşündüm, öpüşünü, sarılışını. O dersi hiç dinleyemedim, sonrakini ve bir sonrakini de. Ders bitti, önündeyken çantamı alıp hadi, gidelim dedi. Yürüdük. Servisle dönmedik. İki saat yürüdük. Konuştuk. Sarıldık. Islak hamburger yedik, ayran içtik. Uzun uzun konuştuk. Seni özlemişim, dedi. Sanki haftanın yedi günü görüşmüyoruz gibi. 

-Atilla, ben korkuyorum.

-Neden?

-Bilmem aşktan, gitmenden.

-Öyle deme.

Sarılıp elimden tutup koşturdu beni, uzak bir köşede kimse yokken öptü dudaklarımdan. Gözlerim kapalı, gözlerimiz kapalı. İstanbul mavi, Beyoğlu renkli. Gözlerimden öptü. Sarıldı koca kolları içerisinde ufacık kaldım. Saçlarıma dokundu. Saçımın dalgalarında parmakları takılı kaldı, dizlerimden kaldırıp beni döndü.

-Delisin!

-Aşığım desek!

Galata’ya doğru yürümeye başladık.

-Ne zamandır?

-Yani yaklaşık bir eylülden bu yana. 

-Naasıll!

-İlk gördüğüm günden beri yani!

-Atilla!

-Ne?

-Çılgınsın.

-Sen hiç kendine bakıyor musun aynaya? Gözlerine, konuşmana? İzliyor musun kendini?

-Şımartma beni bence daha fazla.

-Şımartsam ne olur Bahar ne olur söyle?

-Daha çok âşık olurum o zaman.

-O zaman ol. 

-Çantanı ver bana.

-Taşırım.

-Ben seni de çantanı da taşırım.

Gülümsedim. Atilla’nın saçları biraz uzundu, okul için biraz sınırda. Galata’nın orada oturduk bir kafede. İki kahve söyledik. Bir sufle. Tatlıyı bana çataldan o yedirdi. Otururken ayaklarıyla sandalyemden çekti yine. Diz dize oturup içtik kahvemizi. Kulağıma eğilip ‘Seni öpeyim mi? dedi. Yok artık sokak ortasında da öpemezsin Atilla. Şapkasını kafasına, şapkamı kafama geçirip elleriyle gizledi bizi, dudaklarımdan öptü, belki bir iki saniye, bırakmak istemedik birbirimizi. 

-Deli!

-Tatlım şimdi daha tatlı.

Güldü. Sol yanda gamzesi belirdi. Gözlüklerini düzeltti. 

-Haftaya geometri sınavı var. Kütüphanede çalışalım mı hafta sonu?

-Olur, hadi gidelim geç oluyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Depresyona neden girilir? Depresyondan nasıl çıkılır?

İstanbul Teknik Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Yüksek Lisansı Hakkında Birkaç Not

Kelebek, Pecs